14 MART  100 YILDIR TIP BAYRAMI OLARAK KUTLANIYOR
Manşet Haber 14.03.2019 15:12:07 0

14 MART 100 YILDIR TIP BAYRAMI OLARAK KUTLANIYOR

14 MART 100 YILDIR TIP BAYRAMI OLARAK KUTLANIYOR


Tıp Bayramı, ilk kez, 1.
Dünya savaşı sonunda, İstanbul’un işgal edildiği günlerde, yabancı işgal
kuvvetlerine karşı tıp öğrencilerinin bir tepkisi olarak 1919 yılında kutlandı.
Günümüze kadar gelen bu 14 Mart kutlamaları, artık içinde bulunduğu haftayı da
kapsayacak şekilde, “Sağlık Haftası” olarak kutlanıyor.





Tıbbın ilk insanla
birlikte başladığı söylense de, genelde kabul görmüş olan ilk tıp büyüğü
Aesculapius’dur. Kendisinden ilk kez İlyada’da Homeros bahsetmiştir: “Çağır
Asklepios oğlunu, kusursuz hekimi” demektedir. Önce Zeus’un gazabıyla yıldırım
çarpmasıyla öldürülen Asklepios daha sonra yine Zeus tarafından tıp tanrısı
olarak ilan edilir. Tıp amblemlerinde yer eden, temeli doğu kültürüne dayanan
ve tarihi M.Ö. 3000’ lere uzanan yılan figürü de, Asklepios ve onun asası ile
bütünleşmiştir. Hatta Asklepios sözcüğünün grekçe “Askalabos” sözcüğünden
geldiği söylenir ki, bu da yılan anlamına gelir. Ve Asklepios’un şifa veren
gücünü yılandan aldığı, halkın da adaklarını Asklepios’a değil de bu yılana
sunduğu söylenir. Öyle ya da böyle, yılanlı asası ile Asklepios tıp tarihinin
önemli dönemeçlerinden birini tutan bir sembol olarak yerini almıştır.





Mitolojiden öte, yaşadığı
kesin olarak bilinen ve hizmetleri sonucu tıbbın babası olarak kabul gören ise
Hippocrates olmuştur. M.Ö. 460-450 yılları arasında Kos adasında doğan ve
babası da doktor olan Hipokrat’ın tıbba katkıları ve getirdiği felsefe dünya
tıp çevrelerince hâlâ kabul görür ve bu sebeple birçok ülkede hekimler mezun
olurken “Hipokrat Andı” adı altında meslek yemini ederler.





Kişiler değil olaylar yön
vermiş





Osmanlı tıbbı 15. ve 16.
yüzyıllara kadar İslam tıbbının etkisi altında kalmış. Bu sırada batıda 14.
yüzyılda İtalya’da başlayan Rönesans 15. ve 16. yüzyıllarda bütün Avrupa’ya
yayılmış. Tıp alanında da birçok buluş ve ilerlemeler kaydedilmiş. Osmanlı’da
ise 17. yüzyıldan itibaren her sahada ortaya çıkan bozulmalar tıp eğitiminde de
kendini göstermiş ve tıp medreseleri eskisi kadar yeni bilgilerle donatılmış
hekimler yetiştiremez olmuş. Ayrıca Batı’da yazılan Latince, İtalyanca, Almanca
tıp kitaplarını hekimler takip edememişler, dil bilen sayısının az olması,
matbaanın Osmanlı’ya geç giriş ve kitap basmanın 1729’da başlamasından dolayı
kitaplar tercüme edilmemiş ve yeterince basılamamış. Az sayıda bazı Osmanlı
hekimleri ve bilim adamları kendi çabaları ile dil öğrenerek bu yenilikleri
takip etmişler ve bu bilgileri de katarak kendi kitaplarını yazmışlar. Ama bu
bilgileri yine de hekim adaylarına yeterince iletememiş.





19. yüzyıla geldiğinde
durum tıp eğitimi açısından pek iç açıcı değilmiş. Tıp medreseleri eski parlak
dönemlerini kaybetmiş, hatta bazıları kapanmış. Bu arada ortalığı azınlıklardan
ve Avrupa’dan gelen, yabancı hekimler sarmış. Mütabbib (tabip olmayan sahte
hekim) hekimler serbest hekimlik yaparak, orduda da görev alarak birçok insanın
ölümüne sebep olmuşlar. Bunların önlenmesi için birçok ferman çıkarılmışsa da
engel olunamamış. Çünkü yeterli tıp eğitimi verilmediği gibi yeterli sayıda
hekim yetiştirilemiyormuş. İtalyanca ve Fransızca bilen az sayıda hekim
gelişmeleri takip ederek çevresinde yararlı olmaya çalışmışlar. Bunlardan
Şanizade Mehmet Ataullah (17711826), Mustafa Behçet Efendi (17741834) gibi
büyük hekimler bu durumdan çok rahatsız olmuşlar ve yeni tıbbın tıp eğitimine
girmesini savunmuşlar.





III. Selim zamanında yeni
tıp eğitimi veren, bir tıphane açılması düşünülmüş. Teşrih (anatomi) yasağından
dolayı ulemadan çekinen III. Selim buna cesaret edememiş, Rumlara tıp fakültesi
kurmaları için izin vermiş. (1805). O dönemin hekimbaşısı 21 yaşında ilk
hekimbaşılığını yapan Mustafa Behçet Efendi’ymiş. Bu dönemde de yeni tıp
eğitimi veren bir Tıphane kurulması için çaba sarf etmiş, ama amacına
ulaşamamış. Nitekim Mustafa Behçet Efendi, II. Mahmut zamanındaki hekimbaşılığı
sırasında (53 yaşında) tıp eğitiminin düzeltilmesi için yeniden büyük bir çaba
içine girmiş ve 1827 yılında bu amacına ulaşmış.





Sultan II. Mahmut 1826
yılında uzun zamandır uğraştığı bir meseleyi halletmiş. Düzeni tamamen bozulmuş
olan Yeniçeri Ordusu’nu ortadan kaldırıp (17 Haziran 1826) yeni bir ordu kurmuş
(Askair-i Mansure-i Muhammediye). Bu yeni orduya bir hekim ve cerrah
yetiştirilmesi gerekiyormuş. Bunu fırsat bilen hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi
26 Aralık 1826’da II. Mahmut’a, arada da üç dilekçe vererek, yeni tıp okulunun
kurulmasının amacını, bu okulun nasıl ve nerede kurulacağı konusunda teklifini
             yapmış
ve Padişah da onaylamış.





14 Mart 1827’de açıldı





Bizde tıp bayramının ne
zaman kutlanacağı, ya da hangi tarihle ilişkilendirilmesi gerektiği sorusu
ancak yakın tarihimizde cevap bulabilmiş. Sultan II. Mahmut’un yenilikçi
hareketleri sonucu, hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin de katkılarıyla batılı
anlamda ilk tıp mektebi olan, Tıphane-i Amire ve Cerrahhane-i Amire 14 Mart
1827 Çarşamba günü Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağı’nda kurulmuş. Bu
şekilde, tıp tarihimizde 14 Mart yerini almış. Aynı bina içinde Tıphane ve
Cerrahhane eğitimlerini ayrı ayrı yapıyormuş. Tıp eğitimi o yıllar batıda
olduğu gibi dört yılmış, son sınıfta hocalar tarafından usta ve yetenekli
olanlar tesbit edilerek sınava alınıp ve başarılı olanlar askeri hastanelere
veya ordunun tabur alaylarına muavin tabip unvanı ile tayin ediliyorlarmış.
Orada bir hekimin gözetiminde birkaç sene çalışıp deneyim kazandıktan sonra da
serbest hekim oluyorlarmış.





Tıphane-i Amire 1827’den
1836’ya kadar Şehzadebaşı’ndaki Tulumbacıbaşı Konağında gündüz eğitimi
yapıyormuş. 1836 yılında Sarayburnu’ndaki Askeri Kışla’ya (Otlukçu Kışlası’na)
taşınmış. Ayrı binada eğitim gören Cerrahhane de burada tıp eğitimi ile
birleşip, eğitim yatılı hale getirilmiş. Bu binanın yetersiz hale gelmesi ile
Galatasaray’daki Enderun ağaları okulu tekrar elden geçirilip duzenlenmiş ve
Tıbbiye 1839’da Galatasaray’ya taşınmış. Bu okula Mekteb-i Tıbbiye-i Adliye-i
Şahane adı verilmiş.





Bu okulun 17 Şubat 1839’da
açılışı Sultan II. Mahmut tarafından yapılmış ve eğitiminde yeni düzenlemeler
getirilmiş. Eğitim dili Fransızca olmuş ve öğrenci alınmaya başlanmış. Eğitim
dilinin Fransızca olması zamanla hekim sayısında azalmaya yol açmış. Nitekim
1867 yılında Türkçe tıp eğitimi yapan Mekteb-i Tıbbiye-i Mülkiye (Sivil Tıp
Mektebi) açılmış. 1870 yılında da askeri tıp okulunda dersler Türkçeleşmiş.
1878 yılında şimdiki Sirkeci Tren İstasyonu yanındaki Demirkapı Askeri
Kışlası’na taşınmış. 1894 yılında Sultan II. Abdülhamit’in emriyle
Haydarpaşa’daki Tıbbiye Binası inşa edilmeye başlanmış. Bu görkemli binaya 6
Kasım 1903’te taşınılmış. Önce Askeri Tıbbiye sonra, Sivil Tıbbiye taşınmış ve
1909 yılında iki mektep birleştirerek Darülfünun Tıp Fakültesi olmuş.





İlk kutlama 1919





İlk tıp bayramı 14 Mart
1919’da, işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencileri tarafından kutlanmış.
Tepkilerini bu şekilde dile getirmeye çalışan öğrencilerin bu törenine Dr.Fevzi
Paşa, Dr.Besim Ömer Paşa, Dr.Akil Muhtar (Özden) gibi dönemin ünlü hocaları da
katılmış.





1933’de “Mekteb-i
Tıbbiye-i Adliye-i Şahane” İstanbul Üniversitesi’ne dâhil olmuş. Peşinden de
1945’te Ankara Tıp Fakültesi, 1954’te Ege Tıp Fakültesi kurulmuş. Derken
bugünlere gelinmiş...





Nereden nereye





Tıp Fakültesi’nden 1961
yılında mezun oldum. Bu yıl sınıf arkadaşlarımla birlikte 50. Yılımızı
kutlayacağız. Bu arada tabii ki mesleğimiz ile ilgili çeşitli tarihlerde
toplantılar yapıyoruz. Bu sene biz Beyin Cerrahları Akademi toplantısını
Konya’da yaptık. Meslektaşım ve arkadaşım eski Hacettepe Rektörü Prof. Dr.
Tunçalp Özgen bir konuşma yaptı. Konuşmanın konusu: Bilim ve İlim idi. (Atatürk
en hakiki mürşit bilimdir) demiştir. Fakat bu (b) harfi bu metnin başından
sanki cımbızla çekilir gibi bilim, ilim olmuştur.





Her yerde en hakiki mürşit
ilimdir diye yazar. Bu iki sözcüğün farkını siz sayın okuyucuların kendi
anlayışlarına bırakıyorum. Biri müsbettir, diğeri doğmatik. Fakat tarifler çok
eskilere dayanır ve uzundur.





Sevgili arkadaşımız
Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarına ait bir takım rakamlar verdi. Bu günü
anlamak Cumhuriyeti yargılamak ve değerlendirmek için başlangıçta nerede
olduğumuzu görmemiz lazım. 1923 nüfus 13 milyon. 11 milyon kişi köyde yaşıyor.
Toplam köy sayısı 40 bin. 30 bin köyde okul yok. 2 milyon kişi sıtma ve verem,
3 milyon kişi trahomlu, bebek ölüm oranı binde 480 yani yarı yarıya ölüyor. Tüm
Türkiye’de Doktor sayısı 337. 60 eczacı (8’i Türk). Diş hekimi yok. Diplomalı
hemşire 4 kişi. 40 bin köyde toplam 135 ebe, ortalama ömür 40 yaş, okuma yazma
erkeklerde yüzde 7, kadınlarda binde 4. Okur yazarların çoğu subay. Gayrimüslim
okul çağına giren 4 çocuktan 3’ü okula gitmiyor. Toplam okul sayısı 4894.
İlkokul 72, ortaokul 23, lise Türkiye’nin tüm liselerinde kız öğrenci sayısı
230, öğretmenlerin üçte birinin öğretmenlik eğitimi yok. Tek üniversite var.
İstanbul’da bir yılda yazılan kitap sayısı Paris’te bir günde yazılandan azdır.
Bugün nüfus 77 milyon. 20-24 arası 6 milyon genç var. Okul çağı (6-18) 19
milyon genç var. Üniverstie mezunlarının sayısı nüfus içindeki payı
           yüzde 12.





Geçtiğimiz aylarda bir
meslektaşımız aynı üniversiteden mezun; ilk öğrenimini Mardin’deki devlet
okullarında yapmış bir kardeşimiz ve yine İstanbul Üniversitesi Gazetecilik ve
Basın Okulu’ndan mezun bir yazarımız Nobel ödüllerini aldılar. Ayrıca 1992’de
yüzyılın cerrahı seçilen ve bu yılda son 2500 yılda en yüksek seviyede yetişen
50 bilim adamının 48’i Batılı kaynaklardan, ikisi doğu kökenli idi. İbn-i Sina
ve Mahmut Gazi Yaşargil seçildi. Bunlar bize ve ülkemiz müesseselerine gurur
verdi. Bu gurur hissi içinde hepimizin 14 Mart Tıp Bayramı bu sıkıntılı
günlerimiz içinde bile kutlu olsun.





(Kaynak: MİLLİYET Gazetesi
Prof. Dr. Cengiz KUDAY)



YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°