BİRBİRİMİZE 'YABANCILIĞI' NE ÇOK SEVİYORUZ...

BİRBİRİMİZE 'YABANCILIĞI' NE ÇOK SEVİYORUZ...


Birbirimize “yabancılığı” ne çok seviyoruz…





Bunun adına ne deniyor, bilmiyorum ki? İşi “iyi” bilmek mi, işin başındakilerle “iyi” ilişkilerde olmak mı, işi dışarıdan yönetmenin “dayanılmaz” ergisi mi; ne?





Salt bu dönem değil ki, daha önceki dönemlerde de aynısı yaşandı!





Adana’da yapılacak olan etkinliklerin “bültenleri” İstanbul’dan, masa başında yazılan “bültenlerle” Adana gazetelerine, web sitelerine gönderildi!





Uluslar arası boyuttaki etkinlikler konusunda bilgilendireceklerdi; belirlenen jüri üyeleri, katılacak sanatçılar, gösterilecek filmler, günlük gösterimler duyurulacaktı…





Bu “iş” böyle mi oluyor?





Anımsarsınız, “portakal çiçeği festivali” de aynı biçimde duyuruldu!





Adına ısrarla “karnaval” dediler, etkinliğin olduğu yerlerde “panayır” havasının esmesine neden oldular, eşgüdümden-düzenden ırak düzenlemelere neden oldular!





Bülteni yapanlar Adana’yı, Adanalıyı, Adanalı etkinlikseverleri ne denli biliyor-tanıyordu?





Bu “iş” Adana’yı, Adanalıyı tanımadan-bilmeden de oluyor muydu?





***





Birkaç gün önce İzmir’de “88. İzmir Uluslar arası Fuar” yapıldı.





Anakent Belediyesi’nin günlük bültenleriyle duyuruldu.





Gelen sanatçılar, dışarıdan gelen konuklar, açılışlar, sunumlar, konserler…





Bunları yapabilmek için, “öncesinde” nasıl bir çalışma yaptılar, nerelerle eşgüdüm içerisinde çaba harcadılar; bilmiyorum!





Ancak bu “işi” yürütenlerin; İzmir’i bilen, İzmirliyi tanıyan, İzmir’in gelecek konusunda “öngörülerini” destekleyen uğraşlara öncelik vererek bu “işi” yaptıklarını düşündüm.





Sıcağı-sıcağına; İzmir’in, fuarın, orada oluşan havanın içerisinde var olan enerjiyi yansıtan bültenlere tanık oldum.





Gitmesem de, orada bulunmasam da, o “olayı” yaşayanların gözlemlerinden izledim.





Kötü mü oldu?





***





Etkinlik, bir de “sinema” gibi bir sanatın “canevinden” söz ediliyorsa…





Sinemanın “canevi” denilince, sanatın her katmanında Adanalı “esin” kaynağı oluyorsa…





Yazınından müziğine, sinemasından ressamına “her sanat” dalında yerleri kabartılmış harflerle yazılan isimler anımsandığında…





Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Yılmaz Güney, Yılmaz Şerif, Muzaffer İzgü, Erol Büyükburç, Şener Şen, Haluk Levent…   





Bir çırpıda düşündüklerim bunlar…





“Adanalı bu yapılan etkinliklerin neresinde” demek gerekmiyor mu?





***





Birkaç gün önce, Angeline Jolie’nin destek verdiği ilk bağımsız Afgan filmi “Havva, Meryem, Ayşe”nin, 26. Uluslar arası Adana Altın Koza Filme Festivali’nde gösterime çıkacağının bültenini aldık, bir İstanbul firmasından…





Tamam; gelsin, gösterilsin!





Bugün de festivalde kimlerin “jüri” olacaklarını belirten bülteni…





Adana, Altın Koza Film Festivali’nde “jüri” olacak isimleri, İstanbul’dan gelen “bültenden” öğrendi!





Yabancılaşma, diye bir kavram vardır. Kişinin çevresinden, kendi yaşamışlığından uzaklaşması, tüm olanlara yabancı kalması olarak açıklanır.





Sistemin, “iktidarın” yaşattığı da böyle bir yaşam değil mi ki?





Geçmediğin köprünün borcunu öde, yakmadığın elektriğin borcunu öde, kullanmadığın doğalgazın borcunu öde, bilmediğin-görmediğin kentin…





Burada mı?





Bilmediğin Adana’nın etkinliğini düzenle, bültenini yaz, konuklarını belirle…





Birbirimize “yabancılığı” ne çok seviyoruz biz böyle?





EĞİTİMDE NİTELİK…





Eğitimin, insan yaşamındaki yeri-önemi konusunda “çok şey” söylendiği gibi, daha da “çok şey” söylenmesi gerekir! Eğitim, insanın düşünce üretmesini sağlar. Düne değin “doğru” bildiği “yanlışları” düzeltme olanağıdır bir yerde! Bunun için daha beş-altı yaşında çocuklar için sınıflar açılıyor. İlkokullar, ortaokullar, liseler, üniversiteler… Buralara öğretmenler atanır. “Doğru bilinen yanlışlar”, eğer biliyorsa öğretmenin verdiği eğitimle değişir! Sokakta nasıl yürümesi gerektiği, abecenin harflerinin nasıl birleştirildiği, birinin sözünün neden dinlenmesi gerektiği, matematiğin neden öğrenildiği, sanal dünyaya neden gerek duyulduğu, uzayın neden öğrenildiği… Tüm bunlar, “o sistemin” yurttaşlarına yapmakla olduğu görevidir! Birini-diğerinden ayırma “hakkını” hiç kimse taşıyamaz!





Biliyor musunuz, yapılan araştırmaya göre ülkemizde “özel okulların” büyümesi “devlet okullarından” daha büyükmüş! Sözümona “özel okullar” akıl almaz biçimde büyüyormuş! “Özel okulların” dudak uçuklatan fiyatlarını duyanın yaşadığı travmayı bilmeyen yok! Ekonomik gücü olan çocuğunu okutsun, ya da ekonomik gücün yoksa çocuğunu okutma! Asgari ücret, ya da emekli maaşlı bir dar gelirlinin “çocuğunun eğitimi” ne olur siz düşünün! Bir de buna içinden çıkılmaz duruma getirilen “müfredatı”, tutturulamayan uygulamaları, ne zaman ne olacağı bilinmeyen sistemleri de eklerseniz





Düşünce, bilim konularında son yıllarda yaşanan “gerilemenin”, kendi dilini kullanmakta bile zorlanmanın, eğitimde niteliğin kararmasının nedenini anlıyor muyuz şimdi?



Oktay EROL

11.09.2019 14:14:39

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

GÜNÜ FOTOĞRAFI:

RESMİ AÇILIŞISI HİSARCIKLIOĞLU YAPTI

CHP’DEN 23 NİSAN KUTLAMASI