Emine Ayna’yla empati yapmak

Emine Ayna’yla empati yapmak

Emine Ayna’yla empati yapmak gerçekten zor. Kendimizi Cizre’de bir evin bodrumunda ölümü bekleyenlerin yerine koymak da zor.



Ne Suriçi’ndekilerle duygudaşlık yaratabiliriz ne de yaşadıklarını anlayabiliriz.

Bizler, yani savaşı, katliamları uzaktan seyretmek durumunda kalanlar, Silopi’ye destek niyetine basın açıklaması yapmak, Yüksekova’daki çocuklara oyuncak göndermekle sınırlı bir şeyler yapar, işin doğrusu içimizi rahatlatabiliriz. Bunların değersiz olduğu söylenemez ama tarifsiz şekilde acı çekenlerin, ölümün soluğunu hissedenlerin, ölenlerin, günlerdir sokağa çıkamayanların, ambulans bekleyenlerin ellerine dokunamaz, gözlerine bakamayız.

Gözler ve eller birbirine değemiyorsa, ruhların birleşmesi de mümkün değildir. Ne derler, “herkes kendi acısını yaşamaktadır”; ne yazık ki böyledir.

Söylemek lazım ki, kimsenin suçu değildir bu hal. Ülkenin kaderi böyle yazılmıştır; nedenleri üzerine herkes kendi yorumunu yapabilir. Ne derler, “herkes kendi yorumunun celladıdır.”

Emine Ayna’yla empati yapamayabiliriz ancak Emine Ayna’nın sözlerini tartışmaktan bizi alıkoyan ne?

Herkes farkındadır, bunu bile yapmıyoruz.

İlginç bir solumuz var. Aleni hiçbir şey tartışmıyoruz. Yazmak ve yazılanlar üzerinden yazanlara küfür etmek veya övmekle sınırlı bir ilişkiye kendimizi hapsetmiş bulunuyoruz. Bunun doğal sonucu da yerimizde sayıyor, patinaj yapıyoruz; gerilediğimizi fark etmiyoruz.

İlginç bir solumuz var. Tartışılması gereken konular ve sorunlarla dolaylı-dolaysız karşı karşıya kaldığımızda ya kulağımızın üstüne yatıyor ya da bir iki çatlak sesi bastırıyoruz. Yok sayarak yol almaya çalışıyoruz. Ne derler, yoldan çıkanlar, yoldan çıktığını fark edemeyenlerdir.

Vakti zamanında Tarik Ali,  KESK’in davetlisi olarak ülkemize gelmiş ve Türkiye solunu şu cümlelerle tanımlamıştı: “Türk solu, Avrupa’daki en sert, en şiddet sever soldan biridir. Birbirleriyle çatıştılar, öldürdüler.”

Yüzümüze tokat gibi inen bu cümleleri bile yok saydık. Üzerine düşündük mü bilmem ama bunu dışarıya belli etmedik. Ne itiraz sesi duyuldu ne de hak verenimiz çıktı. Burada bireylerden söz etmediğim anlaşılmıştır umarım. Kastım politik kümelenmelerin konuyu kendine dert edip etmediğidir.

Oysa Tarık Ali’yi okur, önemser ve severiz.

İlginç bir solumuz var. Sahici sorunlardan ısrarla uzak durmaya çalışıyor, statükonun, ezberin bozulma ihtimaline karşı direniyoruz.

Örneğin, Suruç ve Ankara katliamlarının ifade ettiği gerçeklerden bu yolla uzak durmaya mı çalışıyoruz?  İçimizi mi rahatlatıyoruz? Gerçekliğimizin yapılması gerekenleri yerine getirmekten uzak olduğunu biliyor ve o nedenle mi görmezden geliyoruz, anlamak çok zor.

Emine Ayna’ya “dokunamıyor” olabiliriz ama yazdıklarını, ne demek istediğini anlayabilecek akla, zekâya sahibiz.

Emine Ayna, “siyasetten” çekildiğini bildirdiği metinde, parlamentonun işlevsizleştirildiğini, sivil siyasetin yok sayıldığını, parlamenter demokrasinin bile anlamsızlaştırıldığını, belediyelerin elinin kolunun bağlandığını, siyasi partiler aracılığıyla siyaset yapma olanağının ortadan kalktığını söyledi.

Bu özeti, bir durum tespiti sayarsak, aşağıdaki satırları, son üç yılın, bir başka ifadeyle “barış” ve “müzakere” sürecinin bir özeleştirisi gibi algılayabiliriz.

“Her gün tek dil-tek millet söylemiyle, Kürt halkının dilini ve kimliğini inkâr eden, Cumhuriyet tarihi boyunca mücadele ederek yarattığı kültürel ve siyasi değerlerine her fırsatta hakaret eden, insani anlamda hiç kimsenin kabul edemeyeceği şekilde ölüsüne de dirisini de işkence yapan, mezarını da evini de yakıp yıkan bir anlayışla siyasi çözüm gelişebileceğine inanmıyorum.”

Evet, Emine Ayna özeleştiri yapmıştır.

Kürtlerin on yıllardır yaşadığı büyük mezalim, hem empati yapmanın mümkün olmadığını göstermekle kalmadı, aynı zamanda, ne yazık ki, mezalim altında tutulanları eleştirme kanallarını da kapattı.

Emine Ayna, özeleştirisiyle, tarif etmeye çalıştığı ideolojik-politik odaktan, yani bir başka ifadeyle, Türkiye sağının hassasiyetleriyle örgütünün tahkimatını sağlayan, seçmenini ırkçı-gerici-faşizan anlayışla konsolide eden bir partinin, demokratikleşmenin önemli sacayağı olarak görülen Kürt sorununu barışçı temelde çözebileceğine dair beklentinin oluşmasına yol açan ve açık ki kendi saflarını da etkisi altına alan yaklaşımı mahkum etmiştir.

Bunun toplumsal-siyasal karşılığı nedir, bundan sonra süreç nereye evrilir bilinmez ama özeleştiri bir yönüyle, mevcudiyetini solculara, laiklere, Alevilere ve Kürtlere düşmanlıkla gösteren Türkiye sağıyla barışmanın mümkün olmadığını yazıp çizen insanların gördüğü muameleden, yani üzerlerinde oluşturulan “mahalle baskısından” duyulan pişmanlığı göstermektedir.

“Barış olmasın” demekle, “bu adamlarla barış olmaz” demek ayrıdır; “bu adamlarla barış olmaz” diyenlerin, Kürtlerin empati bile kurulmasının mümkün olamayacağı derecede büyük acı çekmesi pahasına haklı oldukları açığa çıkmıştır.

Keşke çıkmasaydı.

Türkiye sağının ciğerini bilen ve dolayısıyla dili döndüğünce görüşlerini açıklayan solcuların karşı karşıya kaldığı “mahalle baskısının” en samimi ve en naif halini Ahmet Türk, “Sosyalist dostlarımız ‘Kürtler bizi satıyor’ demesin. Biz çok acılar çektik. Bizi de anlayın. Bu fırsatı kaçıramayız.” sözlerinde bulmak mümkünken, en kaba halinin örneğini ise Sırrı Süreyya Önder’in, “Hakan Fidan'ın Dışişleri Bakanı olmasını isterim. Belirli bir mesafe yürüttük kendisiyle. Büyük bir barışı kuruyoruz. Görüşmeler yürütüyoruz. Yakın mesaiye girince de bir güven temelinde bu ilişkiyi götürüyoruz.” şeklindeki sözleri oluşturur.

Emine Ayna’nın çektiği bayrak, yıllardır sosyalistlerin elinde dalgalanıyordu. Dün eleştiri kanallarının açılması için zorlamamak nasıl hata ise, bugün de Cizre’deki sesleri duymamak aynı derecede hatadır.

Faşizm, parlamentonun duvarları arasında hafifletilemeyecek oranda ağır bir şeydir. Bu ağırlık olanca gücüyle ülkenin üzerindedir. Emine Ayna, içinde özeleştiri bulunan, solcuların hakkını teslim eden ve mücadele doğrultusunu netleştiren satırlarla bunu ifade etmiştir.

Bari bu sefer, Emine Ayna’nın başlattığı tartışmayı “es” geçmeyelim. Ve açık açık söyleyelim: Barış ancak antifaşist, antikapitalist, antiemperyalist ve gericilik karşıtı bir siyasetle beslendiğinde mümkün olabilir.

Yani bir kez daha: Bu adamlarla barış olmaz. Olursa da bu barış olmaz.

adanaulus

21.02.2016 21:24:33

YAZARLAR


“OMUZ OMUZA YÜRÜMEYE DEVAM EDECEĞİZ ”

“GAZETECİLER SEÇİM SONUÇLARINA ENGELSİZ ULAŞABİLMELİDİR”

KEREM ŞAHİN TMMOB ADANA İKK SEKRETERİ

DEM EŞBAŞKAN ADAYLARI: ADANA’DA İTTİFAK YOK DEM PARTİ VAR!

TÜRKEŞ: ADANALILAR HİZMETİN EN İYİSİNİ HAK EDİYOR

CUMHUR İTTİFAKI 5’İ BİR YERDE

TEMİZLİK TAKINTISI NEDİR? KİMLER DE GÖRÜLÜR?

İKLİM DOSTU KENTLER İÇİN YEREL YÖNETİM ADAYLARINA ÇAĞRI

OYA TEKİN SEYHAN İÇİN EN BÜYÜK HAYALİNİ AÇIKLADI

DIŞİŞLERİ BAKANI FİDAN: HALİL NACAR’IN YANINDAYIZ

TUİK: KRONIK HASTALIĞI OLAN 65+ YAŞTAKI KIŞILERIN ORANI %78, 7

İMO: ŞANTİYELERDE, MÜHENDİSLERE YÖNELİK ŞİDDET SON BULSUN!

ÇAY, AVRUPA VE AMERİKA PAZARINA ODAKLANACAK

KOCAİSPİR’DEN DEMİRÇALI’TA “TEMİZLİK” YANITI

ADANA’DA 96 OTOMOBİL MOTORU

GÖÇMEN, “HALKÇI BELEDİYECİLİK TAAHHÜTNAMESİNİ” İMZALADI

MURAT SANCAK’TAN İLGİNÇ PAYLAŞIM!