Manşet Haber 14.05.2020 11:43:49 0

'ESKİ GÜZEL GÜNLERE DÖNECEĞİZ' BELEDİYECİLİĞİ!

'ESKİ GÜZEL GÜNLERE DÖNECEĞİZ' BELEDİYECİLİĞİ!


Ağaçlar çiçek açalı çok oldu. Serin yaylalarda meyveler tomurcuklanıyor. Çiçeğe duran meyve ağaçlarını kurtlanmasın diye ilaçlarken, zihnimi cevapsız sorularla kemiren kurtçuklardan da kurtulacakmış gibi hissediyorum.





Otlar sararmadan ve ilaca da bulaşmadan kesilip yem olarak ayrılma işlemi ile nar ağacının, komşusu elma, erik ve hurma ağaçlarını kıskandıran renginin oluşumu aynı döneme tekabül eder. Toprağın insana yaşatabileceği en güzel anları bir sonraki yıl dönüşüne kadar kaçırmamak için gittiğimiz yayla evinde en büyük mutluluklarımdan birisi, çocukluğumu da hatırlatan, tahta kaplı yer yatağına uzanıp uyumak.





Evimizin sadece tabanı değil çatısı da tahta döşeliydi. Meşe kokuları içinde altı kardeşimle oyunlar oynarken, sanki derin orman uğultuları arasında gezinirdik. Sıralı dizilmiş yer yatağında içimizi ormanın sessizliği kaplar, sincaplar, tilkiler, tavşanlar, sonra akıp giden dereler ile birlikte rüzgarda savrulan bayır otlarının sesleriyle uykuya dalardık.





Sadece yerleri tahta kaplı evlerde yer yataklarında yatanların duyabildiği, gölgelerde gezinen insansız sesler vardır.





Bu seslerin karıştığı düşlerimden her uyanma anında ise içime kara kış girmiş gibi ürperirim. Tipide kalmış, ayazdan korunmaya çalışan bir tarla faresi gibi yorganın altından çıkmamak için dirensem de aklım gönlümdeki dağları aşar, tahta döşeli, orman kokulu evden çıkıp kaldırımlarda titreyerek yatan küçük çocuklar ve çıplak ayakları ile park köşelerine sığınanlarla göz göze gelir. O küçük çocukları kafamın içindeki cevapları ararken bulurum.





Sorunun cevabını onlar mı yoksa ben mi arıyorum, bilemiyorum.Borcunu ödeyemeyen babaların intihar ettiği, annelerin 'sokakta' çalışmaya başladığı, milyonlarca insanın çocuğuna bir tas çorba içirebilmek için günde 16-18 saat çalışmaya razı olduğu, buna rağmen bu şartlarda dahi çalışacak bir iş bulamayan on milyonlarca insanın var olma mücadelesi verdiği, kendi güvenli düşlerimizde bile kaçamadığımız bir dönemden geçiyoruz. İnsanlar 'eski'den kurtulmak için, itaati ve boyun eğmeyi öğreten yoksulluğun yaratıcısı olan bu düzenden kurtulmak için, başka bir gelecek hayali ve umudu ile oy vermişti.





Çalışarak, üreterek ve hak arayarak yaşama iradesini yok eden, onlardan profesyonel düşkün, dilenci yaratan, biat ve itaati kutsayan sadaka kültürünü yücelten yeteneksiz ve çapsız siyasetçilerin yol açtığı büyük toplumsal çöküşün önündeki tek direnç kaynağı Türkiye'nin laik seçmenidir.





Ne yazık ki laik seçmenin oyuyla seçilip camiye, kiliseye, dine, devlete, belediyeye sığınıp dilenerek geçinmeye çalışanlara siyasal önderlik yapması gerekenler, düşkünleşen bu kitlelere çıkış yolu sağlayacaklarına, kendileri de aynı yöntemleri uygulayarak sadaka kültürünü meşrulaştırıyorlar.





Anlamayanlar varsa daha açık yazayım: Sadaka kültürünü meşrulaştırmak, bu çöküşe neden olan sisteme rıza vermektir. Lamı cimi yok.





İnsan kalmak isteyenleri dini, mezhebi, etnisiteyi, alt kimliği dolaşımda tutarak, kendilerini yenileyemez ve yeniden üretemez hale getiren, kitleleri örgütsüzleştiren ve bu şekilde koskoca ülkemizi büyük bir düşkünler evine çeviren bu 'eski' düzen değil miydi sahi?





'Eski'den kurtulduğumuzda 'her şeyin çok güzel olacağı!' yeni günler vaadederek oy alıp, 'yaşayanların geçmişi, düşenlerin yadiğarı' olan koltuklara oturanların şimdi tek söyleyecekleri, 'eski güzel günlere döneceğiz' midir yani?







YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°