FESTİVALLER GÜZEL OLMALI...
KÜLTÜR-SANAT 27.09.2019 01:02:59 0

FESTİVALLER GÜZEL OLMALI...

FESTİVALLER GÜZEL OLMALI...


Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Adana Altın Koza Film Festivali basın toplantısı sonrasında “festivalin yabancı filmini, yabancı konuğunu anlatanlar; festivalin ‘yerel’ gücünü, ‘yerel’ tanıtıcısını, ‘yerel’ sesini anlatma ya da sözünü etme gereği duymadılar” diye yazmıştım.





Ayrıca “Adanalı yurttaş nerede” diye sormuştum!





Tümceye dayalı olarak sanattan söz edenler oldu, dışarıdan gelen konuklardan söz edenler oldu, Adana’nın tanıtımına yaptığı katkıdan söz edenler oldu, Adana’ya gelenlerin ekonomik açıdan bıraktıklarından söz edildi…





Benim anlattığım bundan başka bir şey değil ki;





Harcama var, koşuşturan var, heyecanlananlar var, karşılananlar var; tamam!





Ya Adanalı…





***





Her hangi bir etkinlik düzenlenmeden, sokağa inip yurttaşa sorulma gereği neden gerek duyulmaz ki?





Zeydan Karalar toplantıda “sinema için Adana bir değerlendirme kentiydi, Adana’da çok izlenen bir film yurdun her yerinde beğenilirdi” anımsatması öyle kolay bir tümce değil…





Bu tümceden yola çıkılarak Adanalının festivali kucaklaması sağlanabilirdi!





Sokaktaki Adanalıya, Adanalının bu özelliği öne çıkarılarak yapılacak bir çalışma-tanıtım neleri kapatmazdı ki?





İşi “çok” iyi bilenler, iş için “çok” çalışanlar, işi önemseyip geceleri uykusuz kalarak basın toplantısında açıklamalar yapanlar; filmleri, konukları, broşürleri, renkleri konuşup-tartışmışlar da, Adanalıyı hiç anmamışlar kanımca…





***





Yapılan her “festival-şenlik” sürecinde ya da sonunda düşüncelerimi açıklamamla birlikte “olmamalı mı, yapılmamalı mı” diyerek “eleştirel” bakışımın altında “arayışları” olanları da dinliyorum!





Anımsayalım; Film Festivali, Portakal Çiçeği Festivali, Edebiyat Festivali…





Etkinliğin boyutu ne olursa-olsun, önce o “yerele” hangi katkıları oluyor ona bakarım!





Festivaller yapılıyor da; Adana özgün yapıt mı, özgün film, özgün üretim mi yapmaya özendiriliyor?





Adana’da sanatla uğraşanlarımız, şiir yazanlarımız, portakal bakanımız, şarkı söyleyenimiz, film çekenimiz, tiyatroda oynayanlarımız daha “özgün” çalışma yapmak için mi yönlendiriliyor?





***





Bir işi, bir eylemi, bir gönül vermeyi, bir içten olanları sokaktan duymak gerek!





Birileri konuşuyor, birileri kavga veriyor, birileri çığlık atıyor, birileri kızgınlıktan tükürük saçıyor, birileri yükü almış gidiyor, birileri kendi dünyasında da…





Yine de söyleyecekleri “çok” önemli!





Yaşadıkları kentte olanları ne denli izleme olanakları var, ne denli ilgilerini çekiyor, ne denli yaşamlarını anlamlandırıyor; bir kez sorulsa…





***





Yetmişbeşinci Yıl Sanat Galerisi’nde, elli yıl önce ilki yapılan festivalin günümüze değin uzanan fotoğraflarından oluşan bir sergi var…





İlk sıralarda Yılmaz Güney, Bilal İnci, Fatma Girik dikkati çekiyor…





En çok da; üçüncü yılında, üçlünün bir arada olduğu, önlerinde aldıkları ödülle, bir duvara yaslanarak “çömelik” biçimde söyleştiği anın fotoğrafı…





Sokakta olsalar omuzdan indirmeyecek sevenleri olmasına, sevenlerinin el üstünde tutacaklarını bilmelerine karşın; şımarıklık, yabancılık, yapaycılık göstermeden…





Salon sorumlusuna “şimdi bu içtenliği bitirdiler” dediğimde, dün gelen bir sinema oyuncusundan söz etti. Yanında bir-iki kişi olduğunu söyledi! Sergideki fotoğrafları on dakkada görüp-gitmiş!





O an sergi salonunda bulunanlar o ilgilenmemiş bile!





Neden acaba?





***





Adana film festivali de yapılmalı, edebiyat festivali de yapılmalı, yemek festivali de yapılmalı, kiraz-portakal festivali de yapılmalı…





Birileri görsün, birileri köşe dönsün, birileri sevinsin, birileri suçunu örtsün, birleri yangından mal kaçırsın diye değil de; her nerede yapılıyorsa-yapılsın, öncelikle yapılan “yerde” bir hava değişimine neden olsun!





Orhan Kemal’in, bölgemizi anlatan hangi romanı teviye uyarlanmışsa beğeni kazanıyorsa; yeni “yaşanan dönemi” anlatacak yazarlar ortaya çıkarılsın, topluma kazandırılsın!





Üreticinin çalışmalarını daha nitelikli, katma-değer oluşturacak biçimde ürün elde etmeye yöneltsin!





Adana film platoları olsun, oyuncusunu oynatsın, filmini yapsın!





Festivalleri-etkinlikleri tanıtmak, duyurmak için; “öyle” birbirine dolaşık tümcelerle, zamana oynayarak, Adana’yı hem de Adanalıyı bilmeden verilen uğraşlara da gerek yok! Adana’da, yerel yönetimde bunu yapacak hem güç var, hem de beceri…





Bu dediklerimi fuar sürecinde İzmir yaptı!





Kanımca, Adanalı işin içinde olunca “festivaller-etkinlikler daha güzel olacak”…  



YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°