Ölürken bile asaletinden kaybetmeyenlere

Ölürken bile asaletinden kaybetmeyenlere

Geçen hafta bıraktığım yerden devam etmek gerekiyor. Çünkü Ömer Yazgan’ın hayatı öyle bir yazının arasına sıkıştırılacak, küçücük bir paragrafla geçiştirilecek gibi değil. Adını zikrettikten sonra devam etmemek olmaz. Devam etmeli ki, geçen yazıda, öldürülmesi ile soldaki asaletin ortadan kalkması arasında kurduğumuz rabıta anlam kazansın.

Polatlı’da geçirdiği okul yıllarında arkadaşları arasındaki lakabı “ekmek kafaydı”. Kafasının şekli ekmeği mi andırıyordu yoksa bu lakabı alacak özel bir olay olmuş muydu şimdi hatırlamak zor. 1957 yılında doğdu Ömer Yazgan. Babası Polatlı PTT’sinde müdürdü. İlçenin bürokrat aileleri arasında sayılırlardı. Tanışıklığımızın nedeni bu muydu yoksa sadece abimin okul arkadaşı olmasından mı kaynaklanıyordu, bilemiyorum. Ama bilinen bir şey var; bizim eve sık gelir giderlerdi,  askeri öğrenci olması nedeniyle Polatlı’dan ayrılması ilişkimizin kesilmesine yol açmadı,  hatta diyebilirim ki, bizim 1973 yılında Ankara’ya taşınmamızla daha bir yoğunlaştı.

Onların delikanlılığa adım atmaya hazırlandığı yıllarda ben ilkokul öğrencisiydim. O yaştaki bir çocuk için eve gidip gelen “abilerin” önemi malumunuzdur. O yıllarda Ömer Yazgan bende ne tür izler bıraktı, işin doğrusu çok ayırt edici değil. Dolayısıyla iz bıraktığı asıl yıllara, anılara geçiş yapmak gerekiyor.

Ömer Yazgan ve arkadaşları Kızılay Ataç Sokak’taki evimizin hafta sonları misafiri olurlardı çoğu zaman. Bazen iki üç kişi gelirdi, bazen tek başına Ömer abi. Her çocuğun subay  olmaya özendiği bir dönem olmuştur. Benimki, subay kıyafetleriyle Ömer abi ve arkadaşlarını evde misafir ettiğimiz günlere rastlar. Gözlerimi kapattığımda kendimi subay üniformasında düşlediğim çok anlar olmuştur. Ömer abi ve arkadaşları gibi olacaktım ama; filinta gibi, yakışıklı, kibar, sevecen ve mutlaka asi… Gelir, hal hatırdan ve annemin yaptığı o güzelim yemeklerden  sonra odaya çekilir, saatlerce okuyup tartışırlardı. Açıkçası, subay olduğumu düşlerdim ama onlar gibi kalın kalın kitaplar arasında hiç düşünmezdim kendimi. Mola için boşalttıkları sırada odada gördüğüm yastık altına hafiften itelenmiş tabanca mı etkiledi beni yoksa Lenin’in “Materyalizm ve Ampriyokritisizm” kitabı mı? Tartışılmaz ilki. Söz silahlardan açılmışken, bir haylazlığımı yazmadan geçemeyeceğim. Okuldan eve döndüğümde odamda bir valiz gördüm. Annem, “Ömer bıraktı, gelip alacak.” dedi. Ben de bir merak, hiç sormayın. Epey bir mücadele ettim ama engelleyemedim kendimi. Valiz içinde gördüğüm onca alet edevat nasıl da heyecanlandırmıştı beni. Ama bir taraftan Ömer abiye karşı ayıp ettiğimi düşünüyordum, diğer taraftan açıkçası ürkmüştüm.

Bizim evle kurdukları trafik yavaş yavaş seyrekleşiyordu. Belli ki, işlerin mecrası değişmeye başlamıştı. Emek mahallesinde bir ev tuttu abim onlara. Ondan sonra gelip gitmediler pek ama uzaktan da olsa haberlerini alıyorduk. THKP-C Üçüncü Yol olarak bilinen örgütlenmeyi yaratmışlardı. Ordu içinde epey bir taraftar buldukları, sert silahlı eylemler gerçekleştirdikleri duyuluyordu. Orduyla ilişkilerini kopartmışlar, aranır konuma düşmüşlerdi. Onu son görüşüm de bu dönemde oldu. İstanbul’da uyuşturucu işlerinin organize edildiği ileri sürülen Arjantin isimli pavyonu basmışlar, pavyon fedaileri ve silah seslerine gelen güvenlik güçleriyle çatışmışlardı. Hatırladığım kadarıyla olay sırasında, bir arkadaşları yaralı yakalanmış, bir asker de hayatını kaybetmişti. Babasıyla bizim evde buluşması o olaydan bir süre sonra gerçekleşmişti. Aranıyordu, babasının niyeti oğlunu teslim olması için ikna etmekti.  Yadırgayan çıkar mı aranızda bu duygusu için bir babayı? O gün, babanın çaresizce ağlamasına tanık oldum, Ömer abinin duygusallığına ve inanmışlığına.

Sonra, o meşhur Akyazı soygunun detaylarını öğrendik; soygundan öte cesaret ve arkadaşlık öyküsünün. Akyazı’da kuyumcu soygununu gerçekleştirdikleri sırada esnaf ve kolluk kuvvetleriyle büyük bir çatışmaya giriyorlar. Çemberi yarıp kaçıyorlar. Uzaklaşıyorlar ama bir arkadaşlarının arabada olmadığını fark ediyorlar. Yüzlerce polisin, askerin ve silahlı esnafın olduğu sokağa yeniden dönüyorlar. Çatışma yeniden alevleniyor. Yaralı arkadaşlarını alıyor ve tekrar uzaklaşıyorlar. Filmlerde görebileceğimiz sahneler yaşanıyor, Akyazı sokaklarında. Ancak benzin depoları delindiği için fazla kaçamıyor ve yakalanıyorlar.

Bildik hikaye değil sonrası, yakalanmalarından başlayarak idam edildikleri ana kadar, deyim yerindeyse, kök söktürüyorlar. Ne konuldukları cezaevinde ‘dirlik düzenlik’ kalıyor ne de tutuklulara giydirmeye çalıştıkları tek tip elbise. Ömer Yazgan, Erdoğan Yazgan, Ramazan Yukarıgöz ve Mehmet Kambur, hani şimdi, Marmaris’te keyif çatan paşanın başkanlığındaki konseyin 28 Ocak 1983 tarihindeki “asılsınlar” kararından bir gün sonra İzmit Cezaevinde darağacına çıkartılıyorlar.

Geçen hafta Ömer Yazgan için sarf ettiğimiz satırları bir kez daha hatırlayalım: “Ömer Yazgan’ı asarak, onu yalnızca ortadan kaldırmak istemediler, soldaki asaleti yok etmeyi hedeflediler. Siyah beyaz dalgalar halinde önümüzden geçenlerden birisi de oydu; hal hatır sorulduğunda bile yanakları al al olan, her haliyle sessizliğin ve kibarlığın erdem olduğunu hissettiren, ölürken bile asaletinden hiçbir şey kaybetmeyen…”

Ne diyelim, yüreğin kan ağlamasının ötesinde duygular yaşıyor insan, düşündükçe. Bir Ömer abinin yüzünü aklıma getiriyorum bir de onu darağacına gönderenlerin. Ömer Yazgan için ne yazılsa kafi gelmeyeceğine eminim. Tıpkı, ölümünden sonra yazdığım bu şiir gibi, tıpkı bu yazı gibi…


Gün ağarır, gün ağlar ardından
genç kızlar sana sunar çeyizlerini
alnından ayazla öptüğüm yiğidim,
körpe boyunlara geçirilir mi
şafağın ilmiği

Gün o ki, yeni sevgililer yaratıyor
yeniden ayrılıklara yaralı kuşlar gibi, dönüp dolaşıp
omzuma konuyor arkadaşlar
vurgunum, yanı başında  ayaktayım işte
can verebilmek için sana

Mektuplar alıyorum uzak şehirlerden
yüreğimin kabzasına işleyip  yırtıyorum
bıçak darbeleriyle uyanıyorum uykudan
beraber yattıklarımızı düşündükçe

Bıyıklarından kan damlıyor
bir çocuk doğuyor gözleri eşkıya kıvılcımı,
kıvırcık saçlı adı senin adın
sancılı kuşum benim, kanlım
yüreğim yeni kuşatmalara  hazırlıyor kendini

Not: Bu yazı 23 eylül 2005 tarihinde Birgün'de yayımlandı.

adanaulus

28.01.2016 22:10:26

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

GÜNÜ FOTOĞRAFI:

RESMİ AÇILIŞISI HİSARCIKLIOĞLU YAPTI

CHP’DEN 23 NİSAN KUTLAMASI