REİSE BELEDİYE REİSLERİ, DAMATLARA DAMATLAR MI EKLENİYOR?
Manşet Haber 2.08.2019 12:37:50 0

REİSE BELEDİYE REİSLERİ, DAMATLARA DAMATLAR MI EKLENİYOR?

REİSE BELEDİYE REİSLERİ, DAMATLARA DAMATLAR MI EKLENİYOR?

Devenin eğri büğrülüğü onun doğası ve işleyişinden, bunun kötülükle hiçbir ilgisi yok. İnsanın yaptığı işler ise daha en baştan az çok aynı zamanda bilinçle, iradeyle, tercihle de ilgili olduğundan iyilik-kötülük sorununu da içerisinde taşıyor. Bugün yerel yönetimleri odağa alarak yönetimde kötülük ve liyakat sorununa değinmeye çalışacağım.

LİYAKAT VEYA ‘KÖTÜLÜK’ SORUNU
Machiavelli, Hobbes, Nietzsche, anarşistler…. Avesta, Tevrat, İncil, Kur’an… hatta bilimler insanın kötülüğü sayıltısı üzerine inşa eder tüm omurgasını. Leibniz, mükemmel Tanrı’nın niye kötülük de olan bir dünya yarattığını sorar.

Ben insan karakterinin çok da ‘kötü’ olduğunu düşünmüyorum ama yine de ‘kötülük yapabilmek’ insan potansiyelinin bir parçasını oluşturuyor, bunu da not etmek gerekiyor. En azından şu söylenebilir: İnsanın iyiliği garanti değildir.

İnsanı evde, işte ve yönetimde ne yaptığı gösterir diyerek parti, belediye, devlet işleyişlerine geçelim.

DİN, PARTİ VEYA OLİGARŞİNİN TUNÇTAN KANUNU MU VAR?
Robert Michels, 1911 tarihli “Siyasi Partiler” adlı çalışmasında “Oligarşinin Tunç Kanunu” altında örgütsel işleyişi eleştirir: “Seçilmişlerin seçmenler, vekillerin vekalet verenler, delegelerin delege edenler üzerinde egemenlik kurmasına yol açan örgütün kendisidir. Örgütten bahseden gerçekte oligarşiden bahsediyor demektir.”

Bu eleştiri Seymour Martin Lipset’in 1960’larda tekrar gündeme taşımasıyla daha çok reel sosyalizmi yıpratmak için, Sovyetler ve Çin’in yönetim yaklaşımına karşı kullanıldı ama eleştirinin kendisi demokratik, hatta sosyalist görünümlü yönetimlerde iktidar kilitlenmesi, gücün ele geçirilip artık iş, hizmet veya kamu için değil kendi sınıfsal veya zümrevi öncelikleri, bizzat aile ve kişi çıkarları için kullanmaya başlanmasını anlatıyordu.

Sorunun özü şu: Halk veya kamu adına, daha anlaşılır bir dille resmi bir yetkiyi ele geçiren kişilerin, reisin, başkanın, cumhurbaşkanının, başbakanın, bakanların, en somutuyla rektörün, komutanın, valinin, kaymakamın, belediye başkanlarının otoriterleşmesi ve kamu kaynaklarını özel menfaatleri için kullanmasının nasıl önüne geçilecek?

Michels’in 1960’lardan 1990’lara çok öne çıkan tespiti, parti veya devlet kademelerinde bir merciyi ele geçirenlerin artık onu bırakmak istemediği, aksine o koltuklarda kalmak ve koltuğu bireysel hırs ve çıkarları için kullanma konusunda her tür yol yönteme başvurduğu yönündeydi. Bunun adına da “Olgarşinin Tunç Kanunu” diyordu.

Michels anarşistlerle aynı noktaya doğru evriliyor. Nerede güç birikmesi varsa, orada iktidar risk ve tehdidi, hatta realitesi vardır.

Ben o kadar güç karşıtı değilim, enerji ve güce yaşam için ihtiyaç var, ancak gücün araçsallaştırılmasına karşı olmamız gerekiyor. Güç ve enerji yaşamı artırmak için kullanılmalıdır.

YENİ REİSLER, YENİ DAMATLAR MI OLUŞUYOR?
Bu yaz havasında böyle bir konuya neden girdin, niye böyle bir yazı gereksinimi duydun denebilir. Hayat durmadığı gibi bu yazı da durduk yerde çıkmadı. Duyumlar ve rasyonalite de, dedikodu ve irrasyonel hisler de bu coğrafyalarda pek etik ahlaki ilkelerin oturmadığı, ahlakı bırakın hukukun da pek işlemediği, kimsenin kanunu vesaire de takmadığı yönünde. Liyakat pek işlemiyor gibi.

Atı alan Üsküdar’ı geçiyor.

Tut tutabilirsin.

Bir kez yetkiyi, merciyi kapan nepotizme, klienteizme (dayıcılığa, tanıdıkçılığa, çıkar birliklerine, nemacılığa) doğru hızla yol almaya başlıyor.

Elbette böyle yapmayanları tenzih ederiz, yanlışı doğrudan, iyiyi kötüden ayırırız.

Bizim sözümüz kötülere de maalesef bu kötülük çoğu yönetime, hem uluslararası, hem ulusal, hatta yerel yönetimlere kadar iniyor veya oralardan yukarı çıkıyor. Torun torba, damat ve yakın çevreler doluşuveriyor bakanlıklara, belediyelere. Bunu yapanlar değil de yapmayanlar daha büyük basınç altında kalıyor. Tam da düzgün çalışana destek, yanlış yapana ciddi eleştiri ve kontrol uygulanması gerekiyor.

Hem devletin hem halkın hem de ilgili partilerin çok sıkı denetleyici organlar oluşturması ve sıkı denetim yapması gerekiyor ki, bu da ancak bir dilekten öteye geçemiyor, çünkü parti üst yönetimi “adamlardan” oluşuyorsa bu da kuzuyu kurda teslim etmek anlamına geliyor.

Demokrasiyi güçlendirmekten, bizzat halkın denetiminden ve bunun mekanizmalarını oluşturabilmekten daha etkili bir yol ve çare gözükmüyor gibi.

DENETİM YOKSA KÖTÜLÜK ANA BELİRLEYİCİ OLMA EĞİLİMİNDE
Demokrasinin en üstün özelliği denetimi belli sınıf ve zümrelere değil de halka vermesidir. Pratikte ideal düzeye ulaşamasa da yine de demokratik rejimlerle demokratik olmayanlar ciddi bir şekilde farklılaşmaktadır.

Peki, demokrasiyi oluşturan çoğulculuk formal olarak seçme seçilme yeterliliği gibi görülse de, esası “denetleme” (kontrol) yetkisinin halkta olması, halkın bu yetkisini hem sandıkta hem de çeşitli ifade-gösteri biçimleriyle, Sayıştay ve mahkemeleri ile birlikte kullanmasıdır.

Denetleme yetkisi, halkın tek başına bir gücü olmadığından, örgütlülükle yaşama geçirilebilmektedir. Örgütlenme özgürlüğü yoksa, örgütleri iktidar eziyorsa, orada halk yoktur, çoğulculuk yoktur, farklı görüşleri temsil edebilecek, o insanların istem ve kontrollerini yaşama geçirecekleri kurum ve aygıtları yok demektir. Dolayısıyla parti, dernek, gösteri, dava açma, hesap sorma hak ve düzeyi… sendikalar, KESK, TMMOB, TTB, mahalle dernekleri… aklınıza ne gelirse tüm bunların serbestçe örgütlenebilmesi, gösteriler yapabilmesi, hesap sorabilmesi demokrasinin (çoğulculuğun) ayrılmaz parçalarıdır.

PİYASANIN ÖLÇÜSÜ PARA; İŞLETMENİNKİ, PARTİNİN, BELEDİYENİN, DEVLETİNKİ LİYAKAT
Kapitalizme dayalı piyasa düzeneğinin kapitalizmdeki tek ölçüsü “para” olmuş. Bir iş yapıyorsunuz, çok para kazanıyorsanız piyasa ölçüsü yani para ölçüsüne göre iyi bir iştir, para akıyorsa iyidir, işin niteliği çok daha önemsiz bir sırada kalır.

Ancak çok kazanan banka ve firmalarda bile çok güçlü ve ehliyete dayanan bir ofis yönetimine, bürokrasiye ihtiyaç vardır. Kurumsal köklü firmalar, en çok para kazananlar kendi işletmelerinde en çok liyakate önem verenler sayılabilir.

ANADOLU DEYİMİYLE TUZ KOKARSA, PARTİ LİYAKATLE İŞLEMİYORSA
İşletmelerde de, partide de sendikada da, bürokrasi ve devlet yönetiminde de ana saik nedir? İnsan hizmet için mi var “para-iktidar” elde etmek için mi?

Bürokrasinin iyi işleyebilmesi için memurların (ofis elemanlarının) saygınlık düzeylerinin çok yüksek olması gerekir, yoksa geriye piyasa ölçüsü olan “para” kalır. Bu liyakat sistemi de daha en baştan, parti içi yükselmelerden başlar. Partiye hizmet edenler mi yükseliyor yoksa “Oligarşinin Tunç Kanunu” mu işliyor, bu kritik önemdedir.

Sahi, şimdi, paranın dışında bir ölçü kalmamış mı? Marx da bunun mu altını çiziyordu?

Sermaye (para) gibi bürokrasiyi de yok ettiğimizde mi kurtuluşa ereceğiz yoksa hem araçları (paraları) hem de büroları insan, toplum, doğa için işletebilmeyi becerebildiğimizde mi?

Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor

YAZARLAR

24.9° / 14.2°