SUÇLU SİZSİNİZ
Manşet Haber 11.12.2019 17:38:38 0

SUÇLU SİZSİNİZ

SUÇLU SİZSİNİZ

Son yıllarda ne de çok güne bir kadın cinayeti ya da şiddeti ile uyanır olduk. Ne oldu da şiddet bu kadar hayatımızda normalleşti? Neden bu kadar sevgisiz kaldık? Neden cinsiyet ayrımcılığında bu kadar seviye atladık? Neden, neden diye uzatabileceğimiz ne de çok soru oldu son zamanlarda yaşamımızda...
Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ) şiddeti, fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde bir başkasına uygulanması sonucunda maruz kalan kişide yaralanma, ölüm ve psikolojik zarara yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlamaktadır. Şiddet dünya çapında artış gösteren ve toplumların huzur ve refahını bozan olumsuz bir deneyimdir. Ne yazıktır ki google arama motoruna “şiddet” diye yazıp arama yaptığınızda karşınıza daha çok “kadına yönelik şiddet” haberleri ve makaleleri çıkmaktadır. Şiddet sadece bir toplumun değil, evrensel bir sorundur. Ve ne yazıktır ki dili, rengi, ırkı yoktur. Dünya da kadına yönelik şiddet oranlarına baktığımızda, fiziksel şiddete maruz kalan kadınların tahmini %25-50 arasında olduğu rapor edilmiştir. DSÖ 2013 de yayınladığı raporda dünyadaki kadınların %35’inin şiddete maruz kaldığını bildirmiştir. Bu raporda eşleri tarafından şiddete maruz kalan kadınların şiddete maruz kalma oranlarını bölgesel olarak Güneydoğu Asya’da %37.7, Afrika’da %36.3, Amerika’da %29.8, Avrupa’da %25.4 olduğunu bildirmiştir. Yine DSÖ verilerine göre dünyada her yıl 5000 kadın namus cinayetleri nedeniyle öldürülmektedir. Ülkemizde 2014 aile içi şiddet araştırma sonuçlarına göre yaşamının herhangi bir döneminde eşi yada eski eşi tarafımdan şiddete maruz kalan kadınların oranı %36 olarak bildirilmiştir.
Yaşamının herhangi bir döneminde duygusal şiddete maruz kalma oranı %44, cinsel şiddete maruz kalma oranı %12, fiziksel ya da cinsel şiddetin birlikte yaşanma oranı %38, kentte şiddet oranı %35, kırda ise %37.5, yaşadıkları fiziksel şiddet sonucunda yaralanan kadınların oranı %26, şiddete maruz kalan kadınların eğitim durumlarına bakıldığında ise eğitimi olmayanlar %43, lisans ve lisans üstü eğitimi olanlar %21 olarak bildirilmiştir.
Şiddetin bu kadar yaşamımızda yer etmesinde her birimizin, benim, senin ne kadar payımız var hiç düşündünüz mü peki? Yapmış olduğumuz davranışlarımıza bir bakalım,
Eşlerin doğum gibi güzel bir deneyimi yaşamaları illaki hayatın en güzel anlarından bir tanesi. Henüz doğmadan bebeklerimiz yapmış olduğumuz alışverişlerde bile cinsiyetine göre başlarız hazırlıklara.
Eğer bir kızımız olacak ise pembeye boyarız her bir hazırlığı, erkek ise de maviye. Oysa ki doğacak bebeğimiz nerden biliyor ki pembe ve mavinin farkını. Ne renk giymesinin toplum tarafından normal Kabul edildiğini. Daha sonar oyuncak seçimlerimize yansır bu durum. Kızımıza bebekler, mutfak malzemeleri alırken, erkek çocuğumuza arabalar, kılıçlar, silahlar alırız gücüne güç katsın diye. Kızımız da şimdiden öğrensin isteriz annelik kadınlık rölünü ve itaatkar olmayı. Zamanla yine söylemlerimizde can bulur, cinsiyet ayrımcılığı tavrımız. Erkek çocuğumuzun cinsel organını sergilemesini alkışlarken, kız çocuğumuza bunun ne kadar ayıp olduğunu öğretiriz. Argoda erkek üreme organı ile alakalı ifadeler güç göstergesi olarak normal Kabul görürken kadın üreme organına yönelik ifadeler hep alçaltıcı ve erkek gücü altında ezilen türdendir. Böyle normalleşmiş ayrımcılık ifadeleri ile yetiştirdiğimiz çocuklarımızın yetişkinlik döneminde cinsiyet ayrımcılığı yapmadan, eşit davranmasını beklemek trajikomik değil midir peki?
Her bir şiddet ve cinayet haberinde elbetteki toplum olarak içimiz acıyor ve bu duygu ifadelerimize yansıyor. “bırakın millet versin cezasını, “hadım etmeli böylesini”, “adeletin verdiği ceza yetmez, verin biz verelim cezasını” diye katile ya da zanlıya yönelik öfke ve şiddet içeren ifadelerimiz. Bir yandan da “ne işi varmış o saatte bir kızın o yolda, tek başına”, “giymeseymiş o mini eteği”, “alkollüymüş”, gibi gibi de bir yığın hak ediş ifadeleri…İşte şimdi tekrar sormak istiyorum. Toplumsal olarak ne oldu da biz bu kadar şiddetin içinde kaldık, ne oldu da biz şiddeti bu kadar normalleştirdik hayatımızda? Oysa ki bu naralar ile suçlunun suçunu kesmek ya da madurun hak edişini tartışmak yerine devletin bu duruma artık kalıcı çözümler bulmasını, azalmasına yönelik önlemleri almasının gerektiğini konuşmalıyız.
Devlet olarak toplumsal cinsiyet ayrımcılığına yönelik önlemler alınmalı. Siyasi güç kaç çocuk doğurduğumuzla değil, bu öfkenin son bulmasına yönelik söylemlerini düzeltmeli, bu durumların artık olmaması için önlem almalı. Bu suçu bu öfkeyi topluma normalleştiren siyasi güç suçludur…Suçunu da bir an once Kabul etmeli, çözüm önerileri ile halka kendini affettirmelidir.

Dr. Öğretim Üyesi, Filiz YARICI
Anadolu Ebeler Derneği, Yönetim Kurulu Üyesi


YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

31° / 16.7°