ADI 'MİLLİ' OLSUN!

ADI 'MİLLİ' OLSUN!

Ülkemizin önemli tarım alanları var.

Adana yöresinin topraklarının sözünü etmek bile yetiyor!

Boş durmayan, bekletilme zorunluluğu olmayan, yorulmayan Çukurova toprakları…

Akla gelen her tür ürünün kolayca yetişebildiği, tohumu içine almakla birlikte yeşerten gücünü…

Karpuz, mısır, buğday, narenciye, kimi tropikal bitkiler, pamuk, soya…

Yöre insanı bir yıl önce ektiği ürünün bir bölümünü ‘tohum’ olarak ayırırdı; olur mu olmaz mı kaygısı taşımadan, yerli-yabancı bilmeden, yasak-serbest yaptırımı anlamadan ekerdi.

Ardarda kararlar alındı. Sözde üretici için daha iyi olacaktı, daha çok üreteceklerdi, daha ucuza mal edeceklerdi, daha çok kazanacaklardı, toprağı daha iyi değerlendirmiş sayılacaklardı.

Öyle de yaptılar…

Uluslar arası kartellerin ürettiği, ikinci kez ekilmesi olanaksız olan tohumlar üreticilere önce salık verildi, sonra da zorlandı. Tohumlar ‘genetiği değiştirilmiş’ ‘asıl özellileriyle’ oynanmış tohumlardı. ‘Genetiği değiştirilmiş’ tohumla, verim-nitelik yükselecek, ürün zararlılara karşı daha dayanıklı olacaktı…

Toprağa, toprağın temel özelliklerine, toprakta bulunan canlılara, doğaya, ürün olarak kullanan canlılara vereceği-verebileceği zararlar üzerinde durulmadı bile; öncelik kartellerin tohumunu üreticiye kullandırmaktı; sistem başarılı oldu…

***

Tarım konusunda söylenen çok söz var.

Canlı yaşamının sürdürülebilmesi için su gibi, oksijen gibi gerek duyacağı besin; tarım.

Söz şöyle:

‘Siyasi, askeri başarılar ne denli büyük olursa-olsunlar, ekonomik başarılarla süslenmezse oluşan utkular sürekli olamaz. Ulusal ekonominin temeli tarımdır…’

Yaşamının büyük bir bölümü cephede geçmiş, uykusuz gecelerle boğuşmuş, yok olmuş bir ulusun yeniden dirilmesi için ne yapılabileceğini araştırmış, çaba harcamış, akla gelemeyecek devrimlerin yerleşebilmesi için uğraş vermiş, salt dışarıyla değil içeride oluşan başkaldırıların da üstesinden gelebilmiş, çoğu zaman ölümün soğuk yüzünü yaşamış, tüm bunlarla birlikte ülkenin tarımıyla ilgilenmiş, ekonomik kalkınması için adımlar atmış, üreticinin bilinçlenmesini sağlamış önder Mustafa Kemal Atatürk’ün sözü bu…

Ulusal, eski deyimiyle ‘milli’ olmanın koşulu tarım…

***

Ülkemizin yirmibir üniversitesinde ziraat fakültesi bulunuyor. Her birinin ‘farklı’ bölümleri, yine her birinin şu an öğretim gören öğrencileri var…

Her bir üniversitenin ziraat fakültelerinden mezun olmuş üç yıl, beş yıl, on geçmesine karşın çalışma olanağı bulamamış binlerce mezunu var…

İşin ‘en acı’ yanı, ziraat fakültesini bitiren öğrencilerin, yaşamlarında eğitim görmemiş olanlardan iş bulabilme olanakları daha çok değil; neden?

İlkokul, ortaokul, lise, ziraat fakültesi derken yaşamının üçtebiri alınan ‘eğitimliler’; iş bulabilmek için ya iktidarın kapısını çalmak, ya da bir ‘yabancı markalı’ tohumcunun, tarımsal ilaççının kapısını çalmak zorunda. Sözüm ona ‘milli’ değerlerle yetiştirilen öğrenciler; yabancının tohumunu-ilacını tanıtsın, asılsız özellikleri yaysın, ülkenin insanını-toprağını bozsun diye ‘ziraat fakültesi’ mezunlar versin!

Son yıllarda açılan onlarca üniversitenin, onlarca bölümlerinde okuyan-mezun olan, yaşamlarına ‘köy enstitüsü’ modeli yerleştirilmeyen genç kuşağı ‘hem meslek edindirmeyiz, hem iş yaptırmayış’ değil de nedir bu?

Ülkemizin tarım alanlarının ‘verimini’ artırmalarını sağlamak yerine işsizlikle boğuşmaktalar!

***

Toplumun sağlıklı olması, sağlıklı besin tüketmesiyle de ilişkilidir!

Eğer sistem, yurttaşının tükettiği besinin ölçüm değerlerini zaman yitirmeden araştırıp, değerlerin yararlı olup-olmadığına zamanında karar verme yolunu seçerse; hem yurttaşın sisteme güveni sağlanmış olur, hem de sağlıklı bir toplumun olmazsa-olmaz koşulu yerine getirilmiş sayılır.

Eğer sistem, dışalımla sağladığı ya da içeride ürettiği besini ‘hiçbir’ ölçümlemeye gereksinim duymadan, üstelik ölçüm değerlerini bilse bile tüketildikten beş ay sonra ‘sızma haberle’ gerçekler öğreniliyorsa; bununla birlikte yurtlarda, kalabalık yemekliklerde besin zehirlenmeleri, ölümler benzeri olaylar yaşanıyorsa hem yurttaş sisteme güven duymaz, hem de sağlıklı bir toplumun olmazsa-olmaz koşulu yerine getirilmemiş sayılır!

Bizde hangisi yapılıyor!

İktidarın onaltı yılda sattığı ‘cumhuriyet değerlerinin’ bedeli altmış milyar dolar! Bu yetmemiş olmalı ki, şeker fabrikalarını da satmaya çalışıyorlar, yarın o da yetmeyecek başka şeylerin adı gündeme gelecek!

Değerlerini, toprağını, boğazlarını, üretim kanallarını sat, tarım alanların bozguna uğrasın; adı ‘milli’ olsun!

İnanalım mı buna?

Oktay EROL

19.03.2018 00:23:15

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

GÜNÜ FOTOĞRAFI:

RESMİ AÇILIŞISI HİSARCIKLIOĞLU YAPTI

CHP’DEN 23 NİSAN KUTLAMASI