(Bir Eski bir öğrencim (Zaten yenisi yok, bu da emekli bir dede) 26 yaşında intihar eden bilim aşığı bir gencin intihar hikayesini göndermiş, altına da, ” Hocam, insanlar bunu sizin kaleminizden öğrenmeli,” diye bir not bırakmış. Hiç duymamıştım. Araştırdım ve gördüm ki, tek bir yazıyla geçiştirilmemeli. Bu yüzden sabrınızı zorlamayı göze alarak, bir yazı dizisi hazırladım. Bu yazıyı o hayat için bir önsöz kabul edin, lütfen.)
Toplum, haklı insanı yaşarken pek sevmez çünkü haklı insan, yaşarken tehlikelidir. Sistemin çelişkilerini gösterir, hayatın rahat yanlarının terk edilmesini önerir, “Her şey normal,” diyenlerin düzenini bozar, huzursuzluk yaratır ve “sorun çıkaran” kişi olarak etiketlenir. Halbuki toplum, yanlış olsa da huzurluyu tercih eder. Ölü biri artık itiraz etmez, hesap sormaz, düzeni bozmaz. Yani tehlikesizdir. Yaşarken yanında olmak bedel ister, öldükten sonra sevmenin ise bedeli yoktur.
Haklıyı yaşarken sevmek, risk almayı, taraf olmayı, dışlanmayı göze almayı gerektirir. Öldükten sonra sevmek ise, güvenlidir, risksizdir, vicdanı rahatlatır. Bu yüzden toplumlar yaşarken susar, öldükten sonra ağlar. Bu bir vicdan telafisidir. Oysa yaşayan haklı kişi, talep eder, ısrar eder, değişim ister.
Haklı kişi yaşarken, onu yalnız bırakanlar, sessiz kalanlar, görmezden gelenler vardır. Ölümden sonra, suç bireyselleşir, sistem aklanır. Böylece toplum da temize çıkmış olur. “Biz onu severdik,” sözleri, genellikle gecikmiş ama söyleyenin de inanmadığı bir yalandır.
Haklı insan aynadır. Kişiye kendi korkularını gösterir, “Ben ne yapıyorum,” sorusunu sordurur. Öldükten sonra ise kimsenin aynaya bakması gerekmez. Mezarına çiçek koymak yeterlidir.
Sokrates, Hallâc-ı Mansur, Giordano Bruno, Rosa Luxemburg, Martin Luther King için ortak hüküm, “Zamanının ilerisindeydi,” sözleridir. Ama asıl hüküm şu olmalıdır: “Zamanı, onların gösterdiğini taşımaya cesaret edemedi.”
Toplumlar haklıyı yaşarken sevmez, ya da sevse bile benimsediklerinin hissedilmesini istemezler. Çünkü haklıyı yaşarken sevmek, haksızlıktan vazgeçmeyi gerektirir. Öldükten sonra sevmek ise, hiçbir şeyi değiştirmeden, vicdanı rahatlatır. Artık itiraz yoktur, bedel yoktur, değişim zorunluluğu yoktur. Ama her toplum için asıl sınav, haklı hayattayken yanında durmak değil midir?
Acaba, yakın geçmişimizden birkaç örnekle demek istediklerimi daha iyi anlatabilir iyim?
SABAHATTİN ALİ: Yaşarken, vatan haini, sürgün, hapishane. Öldükten sonra, büyük yazar, eserleri raflarda. Yaşarken okuyanı yoktu, öldükten sonra klasik oldu.
NAZIM HİKMET: Yaşarken vatansız, hapis, sürgün. Öldükten sonra, “Büyük Vatan Şairi.”
DENİZ GEZMİŞ: Yaşarken, terörist, idam. Öldükten sonra, gençlerin idolü. Asıldığında alkışlayanların torunları, bugün tişörtünü giyiyor.
UĞUR MUMCU: Yaşarken, aşırı tehlikeli gazeteci, Sakıncalı Piyade. Öldükten sonra, özgür düşüncenin simgesi. Yazdıklarını yaşarken savunmaktan korkanlar, şimdi sunularına onun sözleriyle başlıyor.
HRANT DİNK: Yaşarken, tahrik edici, davalar.Öldükten sonra hiç tanımayanlar bile bağırdılar, “Hepimiz Hrant’ız.”
Bir toplumda, bir insan ölmeden sevilemiyorsa, sorun o insanda değil, o toplumun korkaklığındadır. Soracak olursanız, “Sen nesin,” diye.
CEVABIM: