BAŞKALARININ FARKINDA OLMAZSAK,
Manşet Haber 15.07.2020 21:24:05 0

BAŞKALARININ FARKINDA OLMAZSAK,

BAŞKALARININ FARKINDA OLMAZSAK,


Yaşadığımızın ne anlamı kalırdı?





Semt pazarlarına yalnızca alışveriş için gitmem. Öbek öbek sebze ve meyve dolu tezgahların arasında dolaşırken, insanları da gözlemlerim. Satıcıları, meyve, sebze seçenleri, satıcıyla pazarlık edenleri, satılan malı fazla karıştırdığı için azarlananları, müşteri çekmek için çığırtkanlık yapanları izlerim.





Alışveriş sırasında bazen satıcı tarafından kazıklanırım. Aldığım sebzenin, meyvenin bozuğu, çürüğü poşete doldurulur ama görsem de hiç sesimi çıkarmam. Satıcının bunu yaparken göstermiş olduğu el çabukluğu maharetine bakarım. Ve bunları hep kendim için kar sayarım. Belki bir iki yeşilbiberi, birkaç kayısı ya da eriği eve gelince çöpe atarım, ya da biraz fazla para harcamış olurum ama yaptığım gözlemin, edindiğim tecrübenin benim için daha değerli olduğunu düşünürüm.





Çünkü her davranıştan, her sözden ilham alır, bundan hikayeler kurgular, makalelere konu eder, haber çıkarırım. Benim de böyle bir huyum var işte. Hani derler ya “huyun kurusun” diye.





Ancak böyle davrandığım için eşim benimle alışverişe gelmez. Neymiş efendim, insanlara abuk subuk sorular soruyormuşum. Oysaki insanlara beklediği yerden soru sorsan anında cevabı yapıştırır. Aynı soruyu farklı şekilde sorduğun takdirde önce bir şaşkınlık, sonra “acaba amacı ne diye?” düşünme, ardından da “kim bu adam böyle, acayip acayip sorular soruyor” deyip, toparlanma. Tabi o ana kadar geçen zamanda ağızdan kaçan sözler, benim almak istediğim cevabı verir zaten. Ondan sonrası formalite.
Bir gün bir satıcıya “bu yumurtalar neden küçük?” diye sordum. O gün eşim yanımdaydı. Ondan sonra alışverişlerde bana takılmaz oldu.





Adam, “abi bunlar piliç olduğundan, daha yeni yumurtlamaya başladı, ondan böyle küçük” diye cevap verdi.





“İyi o zaman, daha taze demek ki, alalım on tane” dedim. Parasını verip, ayrılırken, ilk eleştiri geldi;





“İnsanlara böyle acayip sorular soruyorsun, bir gün birinden dayak yiyeceksin.”





“Yahu neden dayak yiyeyim. Hem bu sorunun neresi acayip? Sormasaydım yumurtanın neden küçük olduğunu nasıl öğrenecektim?”





“Onu da öğrenmeyiver. Ölür müsün?”





Yani hem gazeteci olup, hem de meraklı biriyseniz, yalnız takılacaksınız. Zaten meraklı olmayan, şüphe duymayan, gördüğünü görmezden, duyduğunu duymazdan gelenden de gazeteci olmaz.





Birkaç gün önce yine kent merkezindeki semt pazarına gittim. Her zamanki gibi profesyonel satıcılara değil de, köylülerin kurduğu tezgahlara yöneldim.





Onlar daha gönlü tok davranıyor. Her biri bir köyden gelmiş.





İçlerinde genci var, yaşlısı var. Kadınlar çoğunlukta ama.. Çoğu da elli yaşın üzerinde. Bahçede bağda ne yetiştirmişlerde getirip, satıyorlar.





Salatalık, domates, patlıcan, tazefasulye, süt ve süt ürünleri. Her birinin yere serdiği tezgahında çeşit çeşit yiyecek var.





Onlarla konuşmasını seviyorum. İlk sorduğum soru, “senin bahçeden mi?” oluyor. Ardından sohbet koyulaşıyor. Hangi köyde oturduğunu, sattığı malları nasıl getirdiğini, emeğinin karşılığını kazanıp kazanmadığını soruyorum.





Bazen de başkalarını çekiştirmek için, “geçen gün salatalık aldım hormonluymuş, buzdolabında büyüdüler. Toz bibere kiremit tozu katıyorlarmış. Domateslerin dışı kırmızı ama içi sarı çıkıyor” diyorum.





Ondan sonra kimin nasıl alavere dalavere yaptığını bildikleriyle, duyduklarıyla anlatıyorlar. Kendi mallarını överek.





Zaten şimdiye kadar buradaki köylülerden aldığım hiçbir şeyde sahtelik görmedim. Dürüst insanlar.





Pazar yerinde dolaşırken, izin alıp birkaç tezgahın sahibiyle birlikte fotoğrafını çektim.





Sonra birkaç parça malını beton zemine serdiği gazete kağıtlarının üzerine dizen bir teyzeye yaklaştım. Üç poşet yumurta, bir poşet toz biber, birkaç poşet tarhana, bir poşet börülce içi, bulgur falan vardı.





“Hayırlı işler teyze” dedim. “Malların hepsini satmışsın, pek bir şey kalmamış.”





Onun da, benim de yüzümüzde maske vardı.





“Yok be evladım. Bir iki bir şey sattım o kadar. Ne satarsam kar” dedi.





“Burada tezgah kurmak için belediyeye ne kadar ücret ödüyorsun?”





Önüne serdiği gazete üzerinde katlı duran makbuzu aldı, açtı, gösterdi.





“İşte bu kadar” dedi, yüzünü buruşturarak.





“Neee! Kırk beş lira mı veriyorsun. Çok değil mi?”





“Çok ama ne yaparsın, herkesten alıyorlar.”





“Sizden almasalar bari. Sen ne satıyorsun ki, bu kadar para veresin. Günlük kazancın ne kadar? Yüz lira, iki yüz lira..?”





“İkisinin arası bir şey. Yol parası, yeme içme parası, geriye ne kalırsa. Sen de bir şeyler al da, bitsin şunlar.”





“Satamadıklarını geri mi götürüyorsun?”





“Yok. Şu ileride bir tanıdık var. O devamlı duruyor burada, ona bırakıyorum.”





Konuşurken yüzündeki maskeyi biraz aşağı indirince, ben de az çeneme doğru kaydırdım.





“Teyze şu makbuz kafama takıldı. Belediye biraz fazla para alıyor sizden. Ben gazeteciyim. İstersen makbuzla senin fotoğrafını çekip, gazeteye yazayım. Belki almaktan vazgeçerler.”





Önce kabul eder gibi oldu, sonra vazgeçti, açıp gösterdiği makbuzu geri katladı, önüne koydu.





“Boşver. Şimdi belediyeyi bana düşman etme. Kızar, bir daha tezgah açtırmazlar sonra.”





“Olur mu canım öyle şey.”





“Olur, olur. Hadi, sen şuradan bir şeyler al da, bitireyim şunları.”





“Peki o zaman. Bana bir poşet yumurta ver. Bir de acıysa şu poşetteki toz biberi alayım. İçinde kiremit tozu yok değil mi?”





“Tövbe tövbe. Ne kiremidi. Hepsi doğal biberden.”





Şaka yapıyorum, kızma.





Yetmiş üç yaşındaki, nur yüzlü pazarcı teyzemin, adını, köyünü öğrendim. Biraz daha sohbet ettikten sonra ayrıldım.





“Köye de geleceğim, bulurum seni merak etme” dedim, giderken.





“Gel beklerim” dedi.





Yumurtayla, biberi alıp, parasını ödedikten sonra yürüdüm.





Az ötede yaşlı bir teyze daha oturuyordu. Ona yaklaştım. Onun önündeki mallar daha azdı. Bir plastik kap içine iki kilo kadar üzüm korukları doldurmuştu.





Galiba insanlar bunu turşu yapmada kullanıyor.





Ayrıca bir poşet kırmızı toz biber, bir iki tarhana, lor, bir kilo kadar da salatalık vardı.





“Merhaba teyze” dedim.





Yüzünde maske olduğundan sesi zor duyuluyordu. Biraz eğildim.
“İşler nasıl bugün? Pek fazla bir şey kalmamış, hepsini satmışsın.”
Onun yaşı da yetmişin üzerindeydi.





“Yok evladım. Ne satması. Daha yeni geldim. Hepsi duruyor.”





Hepsi dediği, önüne serdiği üç beş parça maldı.





“Sen sadece bunları satmak için mi geldin köyden?”





“Evet, bahçede ne yetiştirdiysek, evde ne yaptıysak, getiriyoruz.”





“Allah kolaylık versin teyzem.”





Zaten bugün iyi değilim. Şu biberi satsam eve geri gideceğim.”





Köylü teyzenin gösterdiği toz biber poşeti biraz önce aldığımın aynısıydı.





“Almamış olsaydım, ben alırdım teyzem” dedim. “Sanırım ekonomik durumlar iyi değil.”





“Ah oğlum ah! Nasıl iyi olsun ki. Görüyorsun işte bu yaşımızda bir iki kilo şeyi satabilmek için dünya kadar yol gelip, burada sabahtan akşama bekliyoruz.”





“Allah yardımcın olsun teyzem. İnşallah hepsini satarsın.”





İşime yarar bir şey olsa ondan da alışveriş yapardım ama yoktu.





Dolaşmaya devam ettim.





***
İşte benim halim böyle. Nerede bulsam yurdum insanıyla hasbıhal edip, dertleriyle dertleniyorum.





Başkalarının farkında olmazsak, yaşadığımızın ne anlamı kalırdı ki.



YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°