BİR ÖMÜR TÖRPÜSÜYDÜ EVLİLİK
Manşet Haber 28.05.2021 11:53:01 0

BİR ÖMÜR TÖRPÜSÜYDÜ EVLİLİK

BİR ÖMÜR TÖRPÜSÜYDÜ EVLİLİK


Öfkeli bir deniz, acımasız bir okyanustu işte evlilik. Her ne varsa silip süpürmüştü yaşamından.  Ardından kızgın kum tanecikleri kalmıştı sadece, yalınayak yürüyecekti üzerinde bundan sonra. Hiç bir kadın ayrılmak için evlenmezdi ki. Evliyken bir ölüm uykusuna dalmıştı adeta, uyandığında kendini hâkimin karşısında bulmuştu. Son yılların en çok konuşulun davasıydı Hayri Bey ve Türkan Hanımın boşanmaları. Bu iki kariyerli insanın boşanmalarıyla, tüm adliye bu davaya odaklanmıştı. Özellikle kadınlar mahkeme salonunu  doldurmuştu. Hepsi elinde kâğıt ve kalemlerle notlar alıyordu. Ve hâkim ilk defa kadından yana tavrını koymuştu. Olacak gibi değildi, her zaman erkeklerden yana kullandığı kanaat notunu bu defa kadından yana kullanıyordu. Adalet işte bu olmalıydı. Hâkim sekreterine yaz kızım derken, Türkan Hanıma da anlat kızım diyordu. Nerden anlatmaya başlayacaktı bilemiyordu Türkan Hanım. Gözyaşlarını durduramıyordu, hıçkırıklarla ağlıyordu. Çağlayan gibi akıyordu gözyaşları topraklara. Kardelen gibi eritiyordu karları. Hangi kanun kurutabilirdi bu yaşları.  Sabırla bekliyordu hâkim. Bir ara Türkan hanımı dışarı çıkardılar temiz hava alması için. Avucunda yaşlarla döndüğünde her şey boş diyordu. Mendilini gözlerine tutarak anlatmaya başladı. Mendil gözlerindeyken yürümek ne kadar zorsa, onsuz olmak ta o kadar zordu. Sanki birden ayaklarındaki aşil tendonunu kesmişlerdi, yürüyemiyordu. Onunla dünyaya açılan gözleri yine onun tarafından karartılmıştı. O giderken oksijenini de birlikte götürmüştü. Nefessiz kalması tamamen bu yüzdendi. Dünyaya onsuz bakmak, sol yanında o olmadan uyumak ya da uyanırken onun kokusundan mahrum olmak. Zaten giderken de kokusunu da götürmüştü Hayri Bey. Hala evin her köşesinde bitmez tükenmez enerjisi vardı. Belki de duygularını hâkim karşısında rahatlıkla ifade etmenin tek nedeni Hayri Beyin duruşmada olmayışıydı. Ezici bir üstünlüğü vardı Hayri Beyin Türkan Hanım üzerinde. Zaten mahkemeye  dualarla girmesi hâkimin gözünden kaçmamıştı. Dualar ettin değil mi kızım? Demişti. Hâkim Türkan Hanımın her hareketini izlemişti baştan itibaren bu yönden ondan yana vicdanını çevirmişti. Ayrıca Türkan Hanım hâkim üzerinde etki yapacak her şeyden kaçınmıştı. Babasının da hâkim olduğunu son duruşmada ağlayarak söylemişti.


Evlilikleri boyunca hep onun mutlu etmek için çabalamıştı Türkan Hanım. Her ne kadar kendisiyle aynı meslekten olmasına rağmen, Türkan Hanım Hayri Beyin ihtisas yapması için geri planda durmuş, sadece mesleğinde emekli olmayı tercih etmişti. Oysa Hayri Bey ihtisasını yapmakla kalmamış şirketler kurmuş ve ünü tüm yurda yayılmıştı. Hayri Bey başarıdan başarıya koşarken Türkan Hanım bir yandan o kutsal mesleği icra ederken diğer yandan da Duru adındaki kızına annelik yapmıştı.


İkisi de aynı Üniversiteden Türkiye’nin en popüler Üniversitesi olan Hacettepe’den mezun olmuştu. İkisi de tıp doktoruydu. Mezuniyet için yaptıkları yeminden daha güçlüydü evlilik için yaptıkları yeminler. Hani birlikte yaşlanıp, birlikte kapayacaklardı dünyaya gözlerini. Yeminlere hep Türkan Hanım sadık kalmıştı. Hayri Beyin popülaritesi arttıkça etrafı kuşatılmıştı. Türkan Hanımı görmüyordu gözleri. Kendisini sadakatle bekleyen iki çift gözü dört duvar arasına hapsetmişti. Topluma mal olmuş bir aktör gibi yaşıyordu Hayri Bey. Hayata dair o kadar yapılacaklar arasından Türkan Hanım yoktu nerdeyse. Zaman yetmiyordu Hayri Beye. Belki elli yıl daha dilese Tanrıdan yine de Türkan Hanım ikinci planda kalacaktı. İşte Türkan Hanımı en çok üzen bu karelerde olmamaktı. Yaşamın karelerindeki ışıklar hep Hayri Beyin üzerine, gölgeler de Türkan Hanımın üzerine düşmüştü. Türkan Hanımın iyi bir eş ve iyi bir anne olma rolü hiç ödüle layık görülmemişti Hayri Bey tarafından. Yaşam öykülerinde ışığın derin izleri vardı. Işık nereye düşerse yaşam oradaydı. İşte bu güneş sistemi sürekli Hayri Beyi aydınlatıyordu. Bu sistem içerisinde ışıktan yoksun karanlık bir gezegen gibiydi Türkan Hanım. Hayri Bey ne kadar özgür hareket ediyorsa Türkan Hanım bir o kadar bağımlıydı.


“Anlat kızım” diyordu hâkim. 27 yıllık ışıksız bir yaşam hangi mahkemenin tutanaklarına sığardı. Bu evlilikte gözleri görmeyen duymayan Türkan’dı. İşte tüm bu birikimler yüce adaletin vicdanına sunulmuştu. Çünkü evlilikleri boyunca tek bir soru cümlesi yöneltmemişti Türkan Hayri Beye. Koşulsuz itaat etmişti. Çerkez  geleneklerine göre yetişen Türkan aile reisine karşı en ufak uyarıyı saygısızlık olarak kabul ediyordu. Zaten babası da kanun adamı olmasına rağmen bu boşanmayı geleneklerinden dolayı kabul etmiyordu. Babasına göre evlilik pazara kadar değil mezara kadardı, bu yüzden kırgındı son zamanlarda Türkan’a. Aslında Türkan da geleneklerden dolayı babasıyla aynı fikirdeydi, sürekli mahkeme heyetine boşanmak istemiyorum diyordu. Ama yaşamı bir başka kadın tarafından çalınmıştı, bunu kabullenmesi imkânsızdı. Gururu her şeyin üzerine çıkmıştı.


Hayri Bey orta yaş sendromuna tutulmuş, üstelik alt gelir grubundan ve kendisinden 30 yaş küçük bir kadınla yaşamaya başlamıştı. Daha önceleri de yaptığı kaçamakları Türkan’a hissettirmemesine rağmen, şimdilerde hiç çekinmeden beraberliklerini sergiliyordu. Hatta avukatı aracılığıyla Türkan’a gönderdiği mesajda, “artık hayatıma yön vermek istiyorum, bu mesele bitmeli” diyordu. Ceketini alıp gittiğinde “Türkan’a verecek beş kuruş param yok” diyordu. En çok bu Türkan’ı yaralamıştı. Evlilikleri boyunca hiç bir ortak mal edinmemişlerdi. Yaşamını karşılıksız feda ettiği ve ömrünün sonuna kadar seveceği tek erkek tarafından kanadı kırılmış kuş olarak bırakılmıştı çölün orta yerinde. Paylaşacakları bir mal olmadığından Türkan’la konuşmayı denemiyordu bile, Hayri Bey. Bu arada yeni yaşamında İstanbul’da bir kotra satın almış ve rezidansta yaşıyordu.


Işık hızıyla elinden kayıp giden yaşamını kurtarmak imkânsızdı işte. Kimilerinin tek cümleye kader, kiminin kısmet dediği ve kendisinin doludizgin bir yaşama aniden yabancılaştığı bir durumdu. En çok ortak arkadaş toplantılarında hissediyordu yalnızlığını ya da hissettiriliyordu. Tüm eşler eski bir uygarlık gibi onca savaş ve yıkımlara karşı dimdik ayaktayken, Onun tüm şehri yakılmış yıkılmış ya da yağmalanmıştı, taş üstünde taş kalmamıştı adeta. Acımasız bir düşman tarafından Kalesi çoktan fethedilmiş, savunması kırılmış ve tarihi yeniden yazılmıştı. Belki de bu durumda tarihi yeniden mi yazmak gerekiyordu acaba?


Yaşam devam ediyordu her şeye rağmen. Türkan hastalarını iyileştirmekle meşgulken, Hayri Bey Avrupa’ya açılmıştı. Duru üniversiteyi bitirip babasının yanında  işin başına geçmek üzere eğitim görüyordu, toplantıdan toplantıya katılıyordu. Dualar ediyordu Türkan kızının babasına. Allah sağlık versin diyordu yine de. Hayri beyle ilgili olumsuz tek bir kelime çıkmıyordu ağzından Türkan’ın. Boşanma gerçekleşmişti, iki yabancılardı artık. Ortak paydaları sadece Duruydu. Türkan, boşanmadan sonra bir boşlukta gibiydi. Sanki bir unutkanlık sonucu bir şeylerini hatırlayamayacağı bir yerlerde bırakmıştı. Ya da elindeki çantasının ağırlığı hafiflemişti. Sanki elleri kolları bomboş yürüyordu. Evlilik böyle bir şey miydi? Omzuna binen yükün hafiflemesi miydi acaba? Kesinlikle bir ömür törpüsüydü evlilik, henüz farkına varıyordu Türkan.





YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

31° / 16.7°