BOĞAZİÇİ: MÜTAŞERİK EMİRLİĞİN EMRİ TEKNİK AKLI KESEBİLİR Mİ?
GÜNCEL 5.02.2021 23:17:06 0

BOĞAZİÇİ: MÜTAŞERİK EMİRLİĞİN EMRİ TEKNİK AKLI KESEBİLİR Mİ?

BOĞAZİÇİ: MÜTAŞERİK EMİRLİĞİN EMRİ TEKNİK AKLI KESEBİLİR Mİ?

İlkokul yılları idi, 1970-75. İlkokuldan aklımda kalan en önemli sözlerden biri “Emir demiri keser” sözü idi. Bağlamını hatırlamıyorum, öğretmen hangi olay için söylemişti, ama sanki bunu bir dersin konusu yapmıştık, emir mi yoksa demir mi daha üstün, orman köyü, ağaçlar baltayla testereyle kesiliyor da acaba demir neyle kesiliyor, emri kim veriyor, ağaçları köylüler kesiyor da demiri kim kesiyor?

Bugün de bu konu hâlâ kafamı kurcalayan bir konuyu oluşturuyor, emir demiri keser mi? Emirden kasıt irade mi yoksa iktidar mı idi, üstünün verdiği buyruk illa da uygulanır, üstün üstün mü gelir? Emir demir ilişkisi zümresel sınıfsal bir ilişki mi? Teorisi pratiği nedir? Bilime değil de emre mi ihtiyaç var, hangisi öncelikli, dayanıklı bilgi bilim kuramları mümkün mü değil mi, her şey emre geleneğe mi bağlı?

12 Mart darbesinin günleri olabilir, tam tarihi hatırlamıyorum.

12 Mart’ın mottosu “Emir demiri keser” olabilir.

Nereden takıldım bu söze. Frege, cümlenin gönderiminin onun doğruluk değeri olduğunu ifade ediyordu yani bir cümlede tek tek sözcükler veya söz dizilimi, tek tek unsurlar değil cümlenin içinde geçen yargının doğruluk değerine bakılması gerekiyor.

O halde, Boğaziçi’de yaşananları da tek tek olayların kendisine değil cümlenin, yapılanın toplam karşılığına bakarak çözümleyebeliriz. Artık buradaki doğruluk değeri bir rejim biçiminin, bir yönetim anlayışının, bu yönetim anlayışını benimseyenlerin üniversite, okul ve bilgi anlayışlarının doğruluk değerine bakmamız gerekiyor.

O halde, Boğaziçi örneğinde yaşananlar salt bir rektör ataması değil bu rektör ataması ile bir kez daha billurlaşan bir yönetim anlayışının, onun uygulamalarının, bunların meşruiyet düzeyinin, rıza üretip üretemediğini, nasıl bir rıza ürettiğinin toplamı ile ilgili bulunuyor. Ülke ve dünyanın geleceği ile ilgili bulunuyor.

Üretim tarzlarıyla ilgili bulunuyor.
BURJUVA DEMOKRATİK DEVRİMLERİ OLUR MU?
Devrimci bir burjuvazi artık çok gerilerde, belki binyıllık bir süreçte, İtalyan kasabalarından yükselen ticaretin burçların dibinde oluşturduğu ve giderek manastırları, yönetimleri kuşatan ve ele geçiren devrimci dönemi 1700’lü yıllara doğru doruk yapmış, endüstri devrimi ile daha da hızlanmıştı. Artık aydınlanmanın dünyası manastırların veya sarayların dünyası olmaktan çıkmıştı, onların surlarını çoktan yıpratmış ve aşmıştı. Türkiye’deki yansımaları Tanzimat ve Cumhuriyet sayılır. Ama İtalya gibi, Fransa, Almanya gibi, Habsburg’lar gibi bu burjuvazi devrimini çok içten ve yoğun yaşamadı Anadolu.

Anadolu neredeyse 1980’lere kadar kırsal hayvancı bir toplum sayılır. 1980’lere kadar Türkiye’de doğru düzgün bir burjuvazi bile oluşmadı, kasaba eşrafı ve komprador burjuvaziye göre okumuş yazmış devlet bürokrasisi, askeriye, mülkiye ve tıbbiyeliler daha güçlü oldu.

Son 30-40 yıllık sermaye birikimleri yarım yamalak bir burjuvazi oluşturdu sayılır ama bu kez de yeni yükselen zümre veya sınıflar geleneksel eşraf, geleneksel müteahhit ve çatışmadan, devlet ihalelerinden, particilikten beslenen lümpen burjuvazi ile yüz yüze geldi, İstanbul burjuvazisi lümpen burjuvazi ile terbiye edildi.

Boğaziçi’de yaşananların Türkiye’nin bu lümpen burjuvaziye, benim mütaşerik otortiteryenizm dediğim, eski bürokratik otoriteryenizme göre daha da geri olan bu müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı bloklarına dayalı otoriter rejim tipine pek dar geldiği açık bulunuyor.

Boğaziçi örneğinde yaşanan bir mütaşerik otoriteryenizmin yönetim anlayışıdır ki, bu her yere yansıyor. Boğaziçi rektörlüğünden daha önemlisi Anayasa Mahkemesine yapılan atamaydı. Ama Boğaziçi’de meşruiyet krizine dönüşmesi, onun taşıdığı yer açısından önemli bulunuyor.

Boğaziçi’de diz çöktürülmek istenen liberal akıl ve bilim sayılır. Aklın veya bilimin liberali olur mu denebilir, elbette pek olmaz, yer aldığı ve özlediği dünya olarak liberal olan anlamında kullanılmaktadır Bu liberal kesimlerin en parlak zümresini temsil eden Boğaziçi’de bu olayların yaşanması çok anlamlı bulunmaktadır.

Yaşananlar liberal piyasa yaşam biçimi ile mütaşerek (müteahhit, taşeron, tarikat, şeriatçı bloku) yaşam biçimleri arasında bulunmaktadır.
Erdoğan, devletin “meşru güç” kullanma zırhını arkasına almakta ve kendisi dışında kim varsa, onları “terörist” (Kendi temsil ettiği mütaşerik otoriter rejime düşman) saymaktadır.

Boğaziçi başka bir dünyayı temsil etmektedir. Erdoğan’ın şahsında billurlaşan anlayış Boğaziçi’ye çok dar gelmektedir. Çağdaş dünyaya dar gelmektedir. Türkiye’ye de dar gelirse, mevcut rejim tipi pek ayakta kalamayacaktır.

Mücadele ufuklara bakan yüksek başarı göstermiş ve yüksek beklentisi bulunan gençlerin ve Boğaziçi’nin temsil ettiği “teknik akıl” ile “mütaşerik” anlayış arasındadır. Gelenekle teknik akıl arasındadır. Lümpen burjuvazi ile profesyoneller arasındadır.

Boğaziçi örneğinde yaşananların gösterdiği, pek bir galip çıkacağa benzemiyorsa da mevcut geleneğin bu ülkeyi taşıyamadığı, sürekli kriz ürettiği, her gelen krizin sorunları daha da derinleştirdiğidir. Çözümsüzlük hali artan şiddet anlamına gelmektedir. Artan şiddet gençliği veya teknik aklı sindirebilmekten daha çok, daha büyük meşruiyet krizlerine yol açmaktadır.

Mevcut mütaşerik otoriteryenizmi üretim tarzının da kaldırır hali kalmamıştır, nema alanları tükenmektedir.

Her defasında emir demiri kesiyor mu, onu bilemiyorum, ama ha bire demir kesmeye kalkan emirin takadı kesiliyor gibi.

Kağıthane mutlu son

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

31° / 16.7°