CİDDİYET NEŞEYLE BULUŞURSA…

CİDDİYET NEŞEYLE BULUŞURSA…

Hayatında en gurur duyacağın nedir diye sorsalar, veya öldükten sonra ne ile anılmak istersin deseler, tereddütsüz çocuk yetiştirmek diye cevap veririm.
Çocuk yetiştirmemin, biricik eşimle çocuk yetiştirmemizin, en önemli unsuru, tartışmasız önde gelen unsuru, neşe idi.
Çocuk yetiştirmek çok ciddiye aldığım ve ciddiyetle yaşadığım bir süreç oldu hep.
Ciddiyetle neşe bir arada olabilir mi diye sorabilirsiniz. Olur tabii, pekâlâ olur. Ciddiyet, bilhassa bürokratik ciddiyet soğuktur Türkiye’de ve galiba birçok başka ülkede, asık suratlıdır hemen her zaman. Sadece bürokrasi mi, eğitim ortamları da, sağlık hizmetleri de, soğuk ve asık suratlıdır. Oysa ciddiyet yüklü her ne faaliyet içinde olursanız olun, bunu neşeyle buluşturmanız, böylelikle kendinizde ve faaliyeti birlikte yürüttüğünüz kişilerde motivasyon oluşturmanız gayet mümkündür. Bu yapılabildiğinde, faaliyetin kendisi de sonuçları da herkesin yüzünü güldürecektir, tatmin duygusu öne çıkacaktır.

Bir süre önce “mutluluk mu, tatmin duygusu mu” başlıklı bir yazıda, “mutluluk, yaşadığımız anlarda hissedeceğimiz bir duygudur, yaşamın tamamı için konu edilmesi kadar abes bir şey olamaz,” demiştim. Devamında, “oysa ‘tatmin duygusu’, anlık değil, yaşamımızı süreç içinde etkileyen, kapsayıcı bir duygudur,” diye eklemiştim. Sonra da şu vurguyu yapmıştım: “Yakın ilişkilerimiz ve ana faaliyetlerimiz, tatmin duygusunu bize sağlayacak temel kaynaklardır.”
Şimdi bu yazıda, ciddiyetin neşeyle buluşabileceğini öne sürerken, neşenin, tatmin duygusuyla kol kola bireyin varoluşunda vücut bulacağını söyleyeceğim.
Tatmin duygusu, eğer vurguladığım üzere, temelini yakın ilişkilerimizde ve ana faaliyetlerimizde buluyorsa, ağırlıklı olarak “ilişkiseldir”. Faaliyetlerin bazılarının “ilişkisel” olmadığı düşünülebilir, örneğin tamamen bireysel yürüyen faaliyetler olduğu ileri sürülebilir, yazı yazmak, resim yapmak gibi. Fakat faaliyetin ne için yürütüldüğüne ve sonuçlarına baktığınızda, neticede mutlaka insan için olduğunu ve insana ulaştığını görebilirsiniz. Dolayısıyla, tamamen bireysel yürütülen faaliyetler de aslında “ilişkiseldir”.
Neşe de öyledir, “ilişkiseldir”. Mutluluk, insanın belli durumlarda içeride yaşadığı bir öznel duygu iken, neşe, dışa vurulan ve bir “hâl” olarak tezahür eden, ilişkide varlığını hissettiren ve etkisini süreçte gösterendir.
Neşenin muhteşem bir başka anlamı da vardır: Yeniden doğma, yeniden meydana gelme (kaynak: Kubbealtı Lugatı). Hem giderek derinleşen yakın ilişkilerimizde, hem giderek olgunlaşan, tecrübeyle ilerleyen faaliyetlerimizde, her aşamada, yeniden doğduğumuzu da hissetmez miyiz?
Bilhassa faaliyetler üzerinden baktığımızda, tatmin duygusu, belli bir zaman diliminde sahip olduğumuz kapasitemiz ölçüsünde yapabildiklerimizle yetinerek oluşuyorsa, bu başarabildiklerimizle her seferinde yeniden doğuyoruz, diyebiliriz. İşte o noktada neşe, tatmin duygusuyla buluşacaktır ve ikisi birlikte hayatımızı anlamlı kılacak, hayatımıza yön verecektir.
Bu gücüyle neşe ve tatmin duygusu, bu yazıyı yazmaya karar verirken itici güç olarak yaslandığım çocuk yetiştirmeyle sınırlı olarak değil, yaşamın her alanıyla ilgili konu edilebilir.
Özellikle eğitim dünyasında. Özellikle eğitimin ilk kademelerinde, anaokulunda ve ilkokulda. Üniversite seviyesinde de olmaz mı, elbette olur.
Burada belirleyici unsurlar sanırım, şevk, heyecan, ve merak duygusudur. Neşe bunlara kapı açar ve bunlarla beslenir. Gelişimin ve eğitimin ilk aşamalarında bunları gözetmeniz o kadar zor değildir ve eğer ilk aşamalarda bunları hayata geçirebilirseniz, üniversite seviyesinde de devam etmesini sağlayabilirsiniz.
Richard Feynman’dan bir alıntıyı daha önce birkaç kez paylaşmışımdır:
“Her lisanda bir kuşun adını bilebilirsiniz/öğrenebilirsiniz, fakat günün sonunda o kuş hakkında hiçbir şey bilmiyor olduğunuzu görürsünüz… O halde gelin kuşa bakalım ve ne yapıyor olduğunu görelim –önemli/geçerli olan budur. Çok erken yaşta bir şeyin adını bilmekle bir şeyi bilmek arasındaki farkı öğrendim.” (Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman, 1918-1988).

(“You can know the name of a bird in all the languages of the world, but when you are finished, you’ll know absolutely nothing whatever about the bird… So let’s look at the bird and see what it’s doing –that’s what counts. I learned very early the difference between knowing the name of something and knowing something.”)

Nobel ödülü alacak kadar iyi bir fizikçi olan Feynman, efsane bir öğretmendi aynı zamanda. İngilizce bilmiyorsanız bile, aşağıdaki linke girip Feynman’ın bir konuyu anlatırkenki yüz ifadesine bir bakın. Sadece yüz ifadesine bakın. Nasıl bir heyecan, şevk, ve merak var, nasıl bir neşe var, eminim görebilirsiniz. Feynman gibi birinden üniversite eğitiminiz sırasında ders aldığınızı bir canlandırın zihninizde, nasıl bir tatmin duygusuyla dolardı dünyanız, değil mi…

https://www.youtube.com/watch?v=P1ww1IXRfTA

(Bu kısa videoda da Nobel ödülünü ve apoletlerin hiçbirini önemsemediğini anlatıyor:

https://www.youtube.com/watch?v=f61KMw5zVhg )

Yukarıdaki Feynman alıntısıyla, eğitimde neşeyi hâkim kılmanın ne alâkası var, diyenler çıkabilir. Nasıl alâkası olmaz, ezberle ilerlemeye kalkışmakla, bir şeyin merak ve heyecanla aslında ne olduğunu öğrenmek arasındaki fark, işte sıkıcılık ile neşe arasındaki farktır. Verimsizlik ile verimlilik arasındaki farktır ayrıca.

Dikkatinizi çekmiştir, neşenin zıddı olarak sıkıcılığı kullanıverdim. Öylece dökülüverdi klavyeme. Kendiliğinden geldi.

Kendiliğindenlik (spontanlık). Şimdi görüyorum ki, kendiliğindenlik de, neşenin olmazsa olmazlarından diyebileceğimiz bir başka özellik. Heyecan, şevk, merak duygusu derken, şimdi bunlara “kendiliğindenlik” eklendi. Bir düşünün şimdi, sıkıcılık bunların arasına sızabilir mi?

Daha önce bir başka kısa yazıda şunu paylaşmıştım: Heyecan duygusu, rasyonel akılla ve rasyonel zeminde oluşursa, o duygu yoğunluğu, bilinci öyle bir besler ki, ortaya çıkan “şey”, hem o “şeyin” sahibini, hem o “şeyle” ilişkiye geçeni, üst düzeyde tatmine ulaştır.

Kendiliğindenlikle ilgili de benzer bir vurguyu yapmak isterim. Kendiliğinden aklımıza düşen fikirler, kendiliğinden dilimize dökülen ifadeler, eğer bilinçle buluşmazsa, sığlığa mahkûm oluruz. Sadece kendiliğindenliğe yaslarsak sırtımızı, her önümüze çıkan meseleyi bu şekilde ele almaya kalkışırsak, bilgiyi, bilinci ihmal edersek, yanılırız. Kısa sürede çuvallamaya başlarız.

Çocuğumuza rehberlik ederken de, bilhassa merak duygusunun önünü açarken, yaratıcılığın kendiliğindenlikle açığa çıkacağını düşünmeli ve fakat bilgilenme-öğrenme süreci eksik bırakılırsa bu kendiliğindenliğin çocuğu herhangi bir yere ulaştıramayacağını bilmeliyiz. Dolayısıyla, merak duygusunu, deneyimin yanı sıra bilgiyle de doyurmalı, ama bilgi ediniminin ilerde zihinsel obeziteye yol açmasına izin vermeden yapmalı bunu. Bilgi, sahici yaşamla buluştuğunda ve yaratıcılık kendiliğindenlikle birlikte vücut bulduğunda, neşe de hep orada olacaktır.

***

Eğlenmekle, eğlenceyle neşeyi bir görenler olabilir. Neşe, eğlenceyi içerir, içerebilir, ama neşe eğlenceye indirgenemez.

Bazı öğretmenler biliyorum, sadece eğitimin ilk kademelerinde değil, üniversite seviyesinde bile, dersi eğlenceli kılmak için, söz gelimi fıkra anlatan. Oysa öğretmen olarak işlediğiniz konunun hakkını verebilirseniz, Feynman kadar olmasa da, konuya merakla yaklaşırsanız ve öğrencinin de merak duygusunu harekete geçirebilirseniz, ilgiyi ve motivasyonu hep yukarıda tutabilirsiniz.

((Sene 2004. Hayatım boyunca sadece bir kez verdiğim bir kurumsal eğitim çalışması. Demiryolu personeline, daha doğrusu makinistlere yönelik beş günlük bir çalışma. Üst üste tren kazalarının olduğu bir dönem. Kurum yöneticileri, makinistlerin sıkıntı içinde olduğunu görüp böyle bir programı uygun görmüşler. Başlık olarak da, stresle baş etme, iletişim ve motivasyon demişler.

Yaz kampları var TCDD’nin, Balıkesir’de, İzmir’de ve İskenderun Arsuz’da. Ben Arsuz’da yürüteceğim, Eylül sonunda başlayacak ve her hafta yeni bir grubun geleceği beş hafta sürecek programı. İlk kez böyle bir şey yapıyor olacağım için oldukça heyecanlıyım. Ön bilgi istiyorum kurum yöneticilerinden, tam olarak ne istedikleriyle ilgili ve gelecek grupların profili hakkında, hiçbir şey söylemiyorlar.

O durumda, ilk grupla yapacağım çalışmayı aynı zamanda deneysel ve bilgi toplama amaçlı tasarlıyorum. Çoğu yaşça benden büyük makinistleri sıkmadan ama bilgi ağırlıklı bir program yürütüyorum. Endişelerim kısa sürede eriyor. Herkes memnun. Bir film de seyrettiriyorum makinistlere: On İki Kızgın Adam (Twelve Angry Men). Karar verme süreciyle ilgili ve azınlık etkisinin ele alındığı nefis bir film. Elimde 1957 tarihli Sydney Lumet’nin yönettiği Henry Fonda’nın başrolü oynadığı siyah beyaz film değil de, 1997 tarihli William Friedkin'in yönettiği Jack Lemmon’un başrolü oynadığı TV filmi olarak çekilmiş renkli versiyonu var. TRT’de yayımlanmış ve nasıl olduysa alelacele videoya kaydetmişim. Görüntü kalitesi de zayıf üstelik. Uzun bir film ayrıca, iki saati buluyor. Gıklarını çıkarmadan seyrediyorlar. Film bittiğinde teşekkür ediyorlar, “bu filme TRT’de rastlasaydık seyretmezdik, sayenizde burada seyrettik, sağolun,” diyorlar. Sonra tartışıyoruz film hakkında, filmden çıkarımlarının neler olduğunu konuşuyoruz uzun uzadıya.

Bu arada, diğer iki kampta süren çalışmalarla ilgili, oradaki arkadaşlarıyla zaman zaman telefon görüşmeleri yapıyorlar. “Biz sayenizde yeni şeyler öğreniyoruz, dolu dolu geçiyor zaman ve hiç sıkılmıyoruz, diğer kamplardaki eğitmenler ‘fıkra anlatıyormuş’, boş boş geçiyormuş beş gün.

Ayrılırken ben de onlar da zorlanıyoruz.))

***

Şimdi dönelim, çocuk yetiştirmeye, gelişimin ilk evrelerine. Neşeyle nasıl ilerleyebiliriz, bakalım.

Türkiye’de çocuk sever bir kültürün hâkim olduğunu varsayıyoruz. Öyledir belki, ben emin değilim ama. Çocuk seviyoruz, ama çocuğu sevmiyoruz. Bir sevgi objesi olarak kullanıyoruz, deyim yerindeyse. Bencilce kendi sevme ihtiyacımızı gideriyoruz, neredeyse bir evcil hayvanı sever gibi. Bağımlılık hâkim oluyor ilişkiye.

Her aşamada adım adım bağımsızlaşacak bir birey olarak göremiyoruz; varlığı ve gelişimi için bize ihtiyaç duyan çocuğa nasıl yaklaşacağımızı bilemiyoruz. Çocuk yetiştirmenin tek bir yolu, tek bir doğrusu olmadığını pek söyleyen de olmuyor. Tek doğru peşine düşüyor, hazır reçete arıyoruz, ama bu arada korumacılık ve şımartma başta olmak üzere türlü ciddi hata içinde çocuğun geleceğini tehlikeye atıyoruz.

Son yıllarda neşeli çocuk göremiyorum çevremde. Şımarıklıkla yüzüne garip bir sabit gülme yerleşmiş çocuklar çıkıyor hep karşıma. Bu duygusuz gülmeyi neşeyle karıştırıyor ebeveynler, yetişkinler. Çocuğum mutlu olsun yeter diyen bir ebeveyn profili. Çocuk hiç üzülmesin, hiç ağlamasın. Yerli yersiz gülen, her istediğine ulaşan, sahip olan ve kendini geliştirme fırsatı tanınmayan bir çocuk.

Edim yaratan bir aktif olma hâli yok. Hedefsiz, amaçsız eylem var. Serseri mayın gibi. Oradan oraya savruluyor. Yaşına uygun yapabilecekleri talep edilmiyor çocuktan.

Erken çocuklukta en belirgin faaliyet “oyundur”. Oyun neşeyle buluşur, buluşmalı, neşeyle ilerler, ilerlemeli. Ama oyun dünyasında pasif kalırsa, neşenin oluşması imkânsızdır. İşin sırrı, yani neşenin hâkim olacağı bir oyun dünyasını oluşturmanın sırrı, çocuğun “oyun kurmasının” sağlanmasıdır, çocuğun aktif olarak oyunu yürütmesidir.

Öyle ince bir çizgidir ki bu, hem rehberlik edeceksiniz, oyun kurmasının önünü açacaksınız, hem müdahale eder duruma düşmeyeceksiniz. Her seferinde, onun aktif olmasını nasıl sağlayacağınıza kafa yoracaksınız.

Sadece oyunla ilgili değil, her konuda, yaşına uygun ölçüde, bu aktif olma hâlini beslemeniz, desteklemeniz gerekir tabii.

(( Kızımızın hikâyelerle ilişkisi hep iyi olmuştu. Her akşam uyku öncesi ben veya eşim hikâyeler anlatırdık. Uydururduk. Çok eğlenirdik birlikte. Bir gün, çoğu zaman olduğu gibi, “spontane” olarak, aklıma bir şey geliverdi. Daha doğrusu, aklıma bir şeyin gelmesi bir zaruriyetti. Tıkanmıştım, anlatacak bir şey bulamıyordum. Ne yapacağımı, bu durumdan nasıl kurtulacağımı düşünürken, dilime dökülen şu oluverdi: “Hep ben mi anlatacağım, hadi şimdi de sen anlat bir hikâye.” Önce bir duraksadı, biraz şaşırdı. Ama çok sürmedi, bir heyecanla kendi hikâyesini yarattı. Sonra da anlatırken, anlatırken, kolayca uykuya daldı. Yanından ayrılıp salona eşimin yanına gittiğimde, yüzüme yansıyan, içimden dışarı taşan neşeyi eşim hemen fark etmişti. Birlikte dakikalarca gülmüştük.))

Aktif olma ile yaratıcılık ve hayal gücü beslendiğinde, neşenin oluşmaması imkânsızdır.

Sorumluluk duygusu da, aslında gündelik hayatta yerine getirmesi gereken şeylerden önce yine oyun üzerinden sağlanabilir. Eğer tatmin edici bir aktif oyun deneyimi yaşatabilirseniz çocuğunuza, o aktif olma hâli, söz gelimi oyunda kullandığı malzemeleri (sadece hazır oyuncaklardan söz etmiyorum, her objeyi oyun malzemesi olarak kullanabilirsiniz, yaratıcılığınızı kullanarak), oyun sırasında özen göstererek kullanmakta da, yine oyun sırasında oyun arkadaşıyla/arkadaşlarıyla bu malzemeleri paylaşmakta da, ve oyun bittiğinde bu malzemeleri toplayıp yerine koymakta da kendini gösterecektir. İşte sorumluluk kelimesini, görev kelimesini hiç kullanmadan, çocuğunuzun bu aktif olma hâline rehberlik ederek, bu önemli gelişimsel nitelikleri de kazandırmış olursunuz.

***

Duygu yelpazesini oluşturma, gelişimde çok önemli bir başka konudur. Yaratıcılık, hayal gücü, aktif olma derken, merak duygusunun ilerletici gücü derken, bunların hepsinin tatmin duygusuyla ve neşeyle var olacağını ve yine bunların hepsinin neticede tatmin duygusunu ve neşeyi sağlayacağını söyleyebilirim. Diğer bir deyişle, hem sürece tatmin duygusu ve neşe eşlik eder, hem faaliyetin neticesi olarak tatmin duygusu ve neşe kendini gösterir.

Peki, hep tatminle ve neşeyle ilerlerken duygu yelpazesi nasıl oluşacak? Tatmin de, neşe de, yaşamın olumlu yanları, gülen yüzü. Ama yaşam düz bir haz çizgisinde ilerlemiyor, öyle değil mi?

Deneyim olarak çocuğa yaşatmanız gereken ilk şey, “beklemektir”, yani “sabırdır”. Beklemek, sabretmek, ulaşılacak şeyin “değerini” de öğretir çocuğa. Beklerken, “durmayı” da öğrenecek. Sabırsızlıkla, heyecanına yenik düşerek, kıpır kıpır bir hâlde olmayacak.

Neşeyi yaşamınızda hâkim kılarken, sizin farklı yaşam koşullarında verdiğiniz tepkileri de gözlemlemesine fırsat vereceksiniz. Ağlamaktan korkmayacaksınız, saklamayacaksınız, kızgınlığınızı bastırmayacaksınız, kontrolden çıkmayan kızgınlık hallerinizi görecek örneğin. Üzülmenize yol açan bir durum karşısında üzülmemiş gibi yapmayacaksınız.

(( Dört yaş civarındaydı kızımız. Bir gün, yorucu bir iş gününün akşamında eve geldiğimde ve koltuğa kendimi zor attığımda, yanıma geldi ve “neden üzgünsün” diye soruverdi, yanağımı okşayarak. “Yok kızım, üzgün değilim, sadece çok yorgunum,” demiştim. “Şimdi bir duş alıveririm, kendime gelirim,” diye de eklemiştim. Yarım saat sonra, biraz toparlanınca, bu duyarlılığının çok hoşuma gittiğini söylemiştim. Yüz ifadelerinin yanıltıcı olabileceğini anlatmıştım ardından. Örneğin, yorgunluk ile üzgünlüğün karıştırılabileceğini belirtmiş, üzgün olduğumda da bunu ondan saklamayacağımı vurgulamıştım. ))

Duygu dünyamızın çekirdeğinde sanırım “değer duygusu” yer alır. Önceki kısımlarda, şımartılmışlığın bir sonucu olarak, yüzüne sabit bir gülmenin yerleştiği çocuklarla çok sık karşılaşıyor olduğumdan söz etmiştim. O çocuklarda “değer duygusunun” da oluşmadığını gözlemledim hep. Hemen her zaman istediği şeylere ulaşabilen, ulaşamadığında ağlamayı kullanan çocuklar bunlar. Ebeveyn de hemen her zaman kıyamayıp, ağlamasını uzatmadan, başta hayır demiş olsa bile, çocuğun isteğini yerine getirmekte.

Fiziksel temas anlamında da aynı. Dilediği zaman annenin babanın kucağına çıkabilme, sırnaşma, yine çok sık gördüğüm şeyler. Fiziksel temas, çocuğun her an, her istediği zaman ulaşabildiği bir şey.

Ama değersiz.

Yokluğunu bilmiyor çünkü. Yüzüne yapışmış sabit gülme de, herhangi bir şeyin yokluğunu yaşamadığı için, duygudan ve değer duygusundan yoksun.

Dolayısıyla, değer duygusunun olmadığı yerde neşeden söz etmek de mümkün değil.

Yaşamın zorlu yanları olduğunu, her zaman her istediğimizde her şeye ulaşamayacağımızı öğrenmemiz, çaba ile, sabır ile isteklerimizi gerçekleştirebileceğimizi deneyimlememiz gerek, çocuğun bunu öğrenmesi için de bunu ona deneyimletmemiz.

Çabayla, emekle ulaşılan şeyler, değer duygusunun oluşmasını sağlayacaktır çocukta.

O zaman, neşenin hâkim olduğu bir gelişim çizgisini çocuğumuzda yaratabiliriz.

Üstün Öngel

26 Haziran 2019, Adana

Not:
1/ İki kişiye teşekkür etmeliyim bu yazıyla ilgili. Teşekkürün büyüğü, Vahide Bilgi’ye: Neşe hakkında öteden beri yazmayı istiyordum, ama bir türlü denk gelmiyordu. Vahide Bilgi dürtmeseydi, ilham vermeseydi, kim bilir ne zaman yazardım. İkinci teşekkür de Abdullah Akkaya’ya. Yakın zamanda başlayan düşünce dostluğumuz çok değerli benim için. Yazıda kullandığım “zihinsel obezite” tanımı onun yaratıcılığının eseri. İkisi de sağolsun, varolsun.

2/ Bu yazı, bu haliyle bir “taslak” aslında. Genişlemeye, işlenmeye elverişli yanları çok. Emek verildiğinde, kitap boyutuna bile ulaşabilir. Zaman ne getirir, bilemiyorum, ama üzerinde daha çalışmaya değer olduğuna inanıyorum.

Üstün ÖNGEL

26.06.2019 14:17:43

YAZARLAR


“OMUZ OMUZA YÜRÜMEYE DEVAM EDECEĞİZ ”

“GAZETECİLER SEÇİM SONUÇLARINA ENGELSİZ ULAŞABİLMELİDİR”

KEREM ŞAHİN TMMOB ADANA İKK SEKRETERİ

DEM EŞBAŞKAN ADAYLARI: ADANA’DA İTTİFAK YOK DEM PARTİ VAR!

TÜRKEŞ: ADANALILAR HİZMETİN EN İYİSİNİ HAK EDİYOR

CUMHUR İTTİFAKI 5’İ BİR YERDE

TEMİZLİK TAKINTISI NEDİR? KİMLER DE GÖRÜLÜR?

İKLİM DOSTU KENTLER İÇİN YEREL YÖNETİM ADAYLARINA ÇAĞRI

OYA TEKİN SEYHAN İÇİN EN BÜYÜK HAYALİNİ AÇIKLADI

DIŞİŞLERİ BAKANI FİDAN: HALİL NACAR’IN YANINDAYIZ

TUİK: KRONIK HASTALIĞI OLAN 65+ YAŞTAKI KIŞILERIN ORANI %78, 7

İMO: ŞANTİYELERDE, MÜHENDİSLERE YÖNELİK ŞİDDET SON BULSUN!

ÇAY, AVRUPA VE AMERİKA PAZARINA ODAKLANACAK

KOCAİSPİR’DEN DEMİRÇALI’TA “TEMİZLİK” YANITI

ADANA’DA 96 OTOMOBİL MOTORU

GÖÇMEN, “HALKÇI BELEDİYECİLİK TAAHHÜTNAMESİNİ” İMZALADI

MURAT SANCAK’TAN İLGİNÇ PAYLAŞIM!