Doğru eylem nedir?

Doğru eylem nedir?

70’li yıllarda devrimci hareketlerin sabıkasında tek bir kitle katliamı yoktur; ne bir otobüs taranması ne bir kahvehaneye saldırılması. Eylemin kendisi, kimin yaptığının doğrudan işaretiydi. O yıllarda bir kez bile yanıldığımızı hatırlamıyorum. Şimdi ise yanılmadığımız tek konu, masumların, pırıl pırıl insanların katledilmiş olmasıdır

Bu konuda ahkâm kesecek halimiz yok. Çünkü doğru eylemin, her dönem ve şart altında geçerli değişmezleri bulunması gerektiği, eylemi gerçekleştirenlerin kendi doğrularıyla örtüşüyor. “Ben yapıyorsam doğrudur”, anlayışının karşısında “doğru eylem nedir” tartışmasını açmak, korkarım nafile bir çaba olacak.

Kaldı ki, birilerini eleştirmeye takatimiz kaldığını da sanmıyorum. En azından benim takatim yok.

Herkesin kendi doğrularını değişmez ilan ettiği, eleştirinin kırıntısına bile tahammül göstermediği, kutsalların büyük kıskançlıkla koruma altına alındığı, herkesin bir diğerine had bildirdiği zamanları yaşıyoruz.

Ne haddimize anlı şanlı örgütleri/partileri/politik yapıları eleştirmek! Hem haddimize değil, hem de eleştirinin kıymeti yok. “Sussam gönül razı değil, söylesem tesiri yok” hallerindeyiz. Çaresizlik midir bu, ne bileyim belki de öyledir.

54 yıllık ömrü hayatımda, bu duyguyu yaşadığım dönemler sınırlıdır. Ne günde ortalama 10-15 insanın öldürüldüğü ve benim de saf tuttuğum 1975-80 arası iç savaş ortamında ne 12 Eylül sonrası işkence ve cezaevi günlerinde çaresizlik duygusunu yaşadığımı hatırlıyorum. Nihayetinde düzene başkaldırmış isyankârlardık, devlet de isyanı bastırmakla mükellefti. Yani her şey kendi doğallığında yürüyordu. En zor şartlarda, “işte katiller, işte biz, büyüyor aramızdaki uçurum” diyebilecek netliğe ve belki de huzura sahiptik.

Daha eskilere gitmeye gerek duymuyor, dönem dönem çaresizliğe gark olduğum 90’lı yılları örnek vermeden geçiyorum.

Reyhanlı, Diyarbakır, Suruç katliamlarının yaşanmasına, IŞİD gerçeğine, 7 Haziran seçimlerinden sonra yeniden başlayan çatışmalara rağmen, küçücük bir öngörüde dahi bulunma kabiliyeti göstermeyen, en küçük güvenlik önlemi dahi almayı akıllarının ucundan geçirmeyenlerin varlığı ve “mahallemizdeki” hâkimiyetleri, kabul edelim ki bizi çaresizlikle baş başa bırakacak önemdedir.

Ne zaman öleceğimizin bir başkasının kararına bağlı olması, hangi duyguya yol açarsa, hissiyat budur.

Bir eylem, yapanlar tarafından “resmen” üstlenene kadar kimin yaptığına dair tahminler havada uçuşuyorsa, yani eylemin kendisi, kimin yaptığına dair emare taşımıyorsa, tahminlerde adı geçen örgütlerin sıkıştırdığı bir ortamda yaşıyoruz demektir. Bunun açılımı nettir: Devrimcilerin kendi “mevzusunu” yaratma ve kitlelerden karşılık bulma olanakları yoktur. Bu durum, kabul etmeyenler elbette çıkabilir, solu, ha bire Orhan Veli’nin şiirini okumak mecburiyetinde bırakacaktır: “Sol elim/acemi elim/zavallı elim”.

Eylemi kimin yaptığının anlaşılamadığı, hatta önemini yitirdiği kaotik bir ortamdan devrimci sonuçlar çıkarmak mümkün diyorsak, Güvenpark’ta patlayan bombanın failini aramayı sürdürelim. Bulur bulmaz ya da yapan üstlenir üstlenmez, kendi politik durumumuzu güçlendirecek argümanlarla “yola devam” edelim; politik muarızımız yaptıysa eleştirilerimizi sertleştirelim, aksi çıkarsa gerçeği görmezden gelelim, bilinen ifadeyle, kulağımızın üstüne yatalım.

Etnik, dinî, mezhepsel farklılıklar nedeniyle insanların birbirini boğazlamaya başladığı, Kürtlerin bodrum katında, Türklerin Güvenpark’ta katledildiği bir ülkede, siyaseten ne yapacağınız ayrı bir konu olmak şartıyla, insanın sahipsiz kalması başlı başına çaresizlik değil de nedir.

“Suruç’ta bayram var” diyenlerle, “Güvenpark’ta bayram var” diyenleri reddeden, bu anlayışları temsil edenlerle arasında siyasi, insani ve vicdani uçurumlar oluşturan bir sol açığa çıkmadığı ve kendisini hayatın her alanında görünür kılmadığı sürece “bizim büyük çaresizliğimiz” devam edecektir.

Gecenin bu saatinde hangi yazıya atıfta bulunduğumu hatırlamıyorum ama dikkat çektiğim nokta şuydu: 70’li yıllarda devrimci hareketlerin sabıkasında tek bir kitle katliamı yoktur; ne bir otobüs taranması ne bir kahvehaneye saldırılması. Eylemin kendisi, kimin yaptığının doğrudan işaretiydi. O yıllarda bir kez bile yanıldığımızı hatırlamıyorum. Şimdi ise yanılmadığımız tek konu, masumların, pırıl pırıl insanların katledilmiş olmasıdır.

“Eşyayı adıyla çağıralım.” Katliamcıya, katliamcı diyelim. Eğer bunu yapamazsak, hemen herkes Güvenpark katliamının altında kalacaktır.

Yazıya “doğru eylem nedir” sorusuyla başlamıştık. Öyle de bitirelim.

Doğru eylem nedir?

 

adanaulus

16.03.2016 23:24:44

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

GÜNÜ FOTOĞRAFI:

RESMİ AÇILIŞISI HİSARCIKLIOĞLU YAPTI

CHP’DEN 23 NİSAN KUTLAMASI