
İnsanlara güvenimiz o kadar sarsıldı ki, sokakta dolaşanlardan bile insan kılığına girmiş uzaylı olabilir mi diye kuşkulanır olduk.
Ya da birileriyle bir iş yapacak olsak, acaba sözünü tutar mı? Acaba söylediğinden cayar mı? Acaba gerçek niyeti ne? Acaba içi başka, dışı başka biri mi? Acaba dolandırılır mıyım? Acaba kandırılır mıyım? Acaba gerçekten doğru mu söylüyor? Acaba, acaba, acaba…?
İçimizde hep bir kuşku, hep bir güvensizlik, hep bir kaygı…
İnsan kime güveneceğini şaşırıyor. Kiminle ne konuşacağını bilemiyor. Bu kimin adamı? Bu beni satar mı? Dedikoducu mu? Laf taşır mı?
Paranoyak olmamak elde değil.
İçimize kapanıyoruz. Karanlık, derin kuyulara düşüp, çıkamıyoruz.
Uzun yollarda kayboluyor, geri dönemiyoruz.
Güvenilir yoldaşlar yok. Kimin dost, kimin düşman olduğu belli değil.
Elimi uzattığım, kolu mu kapar mı? diye düşünmekten kendini alamıyor insan.
Yalan söyleyen diller, riyakar yüzler, sinsi bakışlar dolaşıyor etrafta.
Bastığı toprağın bile aniden kayıp, sırt üstü düşeceğinden korkuyor insan.
Dünya dünya olalı böyle hızlı döndü mü bilmiyorum ama bazen benim başım dönüyor, etrafımdaki fırıldakların fırıldaklıklarından.
Bırak sarhoşu yıkıldığı yere kadar gitsin diyorum.
Kendi düşen ağlamaz diye düşünüyorum.
Her koyun kendi bacağından asılır sözüne takılıyorum.
Sonra kendime “hayat boş, takma kafana” diyorum.
O da bana göre değil ki, yine takıyorum.
Evden her sokağa çıkışımda apartmanın yan tarafındaki boş arsanın çöplüğe dönmesi, biraz ilerideki parkın dağınıklığı, kaldırımın yamukluğu, etrafa atılan boş şişeler, karton kutular gözüme batıyor.
Kafalar karmakarışık. İnsanlar konuşuyor ama ne konuştuğunun kendisi bile farkında değil. Sadece açılan ağzını kapatamıyor.
Birini üzmek, birini rahatsız etmek, birinin moralini bozmak, insanların mutluluğu olmuş. Kimse kimseyi dinlemiyor. Kimse kimseyi anlamıyor, anlamak istemiyor.
Dünyaya bir haller oldu, ne zaman “benden bu kadar!” diyecek bilmiyorum.