Vahit ŞAHİN Yazdı/  BİR ŞAİRİN KALEMİNDEN ADANA’NIN KURTULUŞU
KÖŞE YAZILARI 27.12.2025 23:21:00 0

Vahit ŞAHİN Yazdı/ BİR ŞAİRİN KALEMİNDEN ADANA’NIN KURTULUŞU

Kurtuluştan sonra Adana ve yöresine gelmiş alan şair Mehmet Emin Beyin, bir sinema salonunda çeşitli meslek sahiplerinden oluşan binlerce dinleyicinin önde verdiği söylev Yeni Adana Gazetesinin 27 Ocak 1922 tarih ve 207-23 sayılı

BİR ŞAİRİN KALEMİNDEN ADANA’NIN KURTULUŞU

ARAŞTIMA-İNCELEME/Vahit Şahin

Kurtuluştan sonra Adana ve yöresine gelmiş olan şair Mehmet Emin Beyin, bir sinema salonunda çeşitli meslek sahiplerinden oluşan binlerce dinleyicinin önde verdiği söylev Yeni Adana Gazetesinin 27 Ocak 1922 tarih ve 207-23 sayılı nüshasında yayınlanmıştı. (*)

MEHMET EMİN YURDAKUL KİMDİR? (İstanbul 1869-1948)

Salih Reis adlı bir balıkçının oğlu olan Mehmet Emin Yurdakul geçim güçlüğü yüzünden Mülkiye Lisesinden ayrılmak zorunda kaldı. Hukuk Fakültesindeki öğrenimi de  (1899-1891) de aynı nedenle yarıda kaldı. Yeteneğini gören Sadrazam Cevat Paşa tarafından korundu; memur olarak bazı devlet dairelerinde çalıştı.  1897 Türk-Yunan Savaşı sırasında yazdığı şiirleri derleyen, hece vezni ve halk diliyle yazılmış  “Türkçe Şiirler” (1899) ona büyük ün kazandırdı. İkinci Meşrutiyetten sonra Türkçülük hareketinin öncüleri arasına yer aldı ve bu dönemde şiir kitapları yayınladı. Hicaz, Sivas, Erzurum valiliği yaptı. 1913 yılında Musul mebusu oldu. Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya geçerek Adana ve Antalya’da şiirleri ve konuşmalarıyla direnişi destekledi. Zaferden sonra Şebinkarahisar, Urfa ve İstanbul milletvekilliği yaptı. Bu dönemdeki yapıtları da şunladır: Aydın Kızları (1920), Mustafa Kemal (1928), Ankara (1939). Edebiyatı toplumun hizmetinde bir araç sayıyor, halkın kolay kavrayacağı bir dil ve anlatımdan yararlanmayı amaçlıyordu.

1922 yılında Adana’ya gelerek, “Adana” başlıklı konferansı Yeni Adana Gazetesinde yayınlandı. Bu konferansı Ahmet Remzi Yüregir’in torunu Tiraje Zeynep Yüreğir, 1. Baskısı 2022 yılında gerçekleştirilen ve önemli bir tarihi belge olan 624 sayfadan oluşan “Adana’nın Kurtuluş Mücadelesi Anıları” adlı kitabın 570-574. Sayfalarında da yayınladı.

Bugüne kadar başta Adana’nın kurtuluşu olmak üzere Milli Mücadele çeşitli yönleriyle incelenmiş, yazılmıştır. Ama bir edebiyatçı ve şair olan Mehmet Emin Yurdakul’un değerlendirmesi ise başka bir gözle, başka bir ruhla ele alınmıştır. 

İşte Mehmet Emin Yurdakul’un konuşma metni Yeni Adana Gazetesi arşivinden aynen şöyle aktarılmıştır: 

ADANA 

"Dağlılar!

Akdeniz'in kumsalına çıktığım zaman köpüklü, çılgın dalgalanın olduğu bir çakıllığın üstünde, yalçın ve yosunlu bir kayanın yanında bir kadın gördüm. O, buraya kolunun dirseğini dayamış, gözlerini sislerle örtülü enginlere dikmiş, uzaklara derinlere bakıyordu. Siyah bir örtü altında, zayıf çehresi bir kıyım ve cinayet gecesinin esrar ve günahlarla dolu karanlıklarını taşıyan solgun ay gibiydi. Sulara doğru eğilen vücudu büyük bir mezarlığın ölülerine ağlayan loş serviye benziyordu. Çıplak ve kırmızı ayaklarında yangından, ölümden kurtulmuş olanların etlerinde görülen yanık yerleri, kan kekeleri vardı. Beyaz mermer alnı, yılanlara, çıyanlara yuva olmuş harabelerin üstündeki taşları andırıyordu. 

Yanına gittim. "Kimsin?" dedim. 

Saçları keten gibi ağarmış başını yavaş yavaş bana doğru döndürdü. Bulut bir göğün solgun yıldızlar gibi fersiz parlayan gözleri ile yüzüme beka. Düğümlenen boğazından bir güz rüzgarının iniltisi gibi titrek ve üzücü bir sesle: 

-"Acının kızıyım. Yasın anasıyım. Adana'nın yanan yüreğiyim, ağlayan ruhuyum!" dedi. 

Kendisinden gideceğim yolu sordum. Gül ve zambakları dökülmüş kara kuru elini kaldırdı. Gamlı bir çölde benzeyen ıssız, vahşi bir yolu gösterdi. 

-"Burası nereye gider?” dedim. Durdu, benzi sarardı, yıkılıyor gibi oldu. Kendini topladı, dişlerini gıcırdatarak: 

"Kan ve ateş, beldesine!" dedi. Başını çevirdi, tekrar gözlerini baktığı yere dikti, sonra Adana'nın geçirdiği çok kara günleri oldukça yüreği yanık bir biçimde tamladı: 

-"Ben bu facialara karşı eriyip akmadıkları için günahkâr başlara ateşlerini, çeliklerini yağdırmadıklar için üstümde parlayan güneşleri, kıvılcımlayan yıldızları suçlu buldum. "Sönünüz!” diye haykırdım. Körlere imrendim. Gözlerim tırnaklarımla oyup çıkarmak, çehremde ölü kafalarının karanlık çukurlarını bulmak istedim. Bu cinayetlere karşı sustukları için, dünyalara haykırmadıkları için yolda yükselen sesleri, söyleyen dilleri hain buldum. "Boğulun!" diye bağırdım. Ölüleri kıskandım. Kulaklarıma kurşun akıtmak, kayalar gibi sağır olmak istedim. Beni doğuran güne, bana zehir dolu bakar tasını uzatan yaşama mihrabı bir darağacı, beşiği bir mezar yapan Allahsız ve vicdansız yüzyıla, hakkı beyaz saçlı bir Aziz gibi taşlara gömen, özgürlüğü bir esir kadın gibi zincirlere vuran acımasız insanlığa lanet ettim. 

Beni, birer fahişe gibi aldatan düzgünlü beldeleri, yaldızlı kubbeleri aşağıladım. Bana bir yalancı peygamber gibi ikiyüzlülük eden alimleri, filozofları bire şeytan gibi yanımdan kovdum. Yanan, yıkılan, kanla, külle dolan harabelerin üstüne çıktım. Gözü haris dünyaya ve onun zulüm görenlerini sahip olduğu ateş ile boğan bir papaz gibi hilekâr ve katil nesline gösterdim. Bir eli altınla, öbür eli kanla dolu olan aldatan uygarlığın yüzüne tükürdüm. Sahte insanlığın heykeline baktım, güldüm. Yangın harabelerinden bir avuç kül aldım, başına serptim. Kanları kurumamış bir mezardan bir avuç çamur aldım, yüzünü sıvadım. Çehresini değiştirdim. Baktım, sırtlana benzedi. "İşte senin asıl heykelin budur!" dedim. Artık buradan kaçmak istedim. Sanki bu cinayetleri işleyen benmişim gibi, Habil öldüren Kabil gibi, vicdanın kovaladığı günahkâr gibi, ayaklarına rüzgarın kanatlarını bağlamış bir katil gibi hızlı yürümeğe başladım. Dağlar aştım, dereler geçtim. Ama ne yazık ki, her yerde aynı gök, aynı toprak, aynı yol, aynı sahne!... 

Değneğime dayanarak başım önümde yürüyordum. Birdenbire içimden bir irkilme duydum. Sanki taşlara çarpacak, vücudum uçurumlara yuvarlanacakmış gibi geriye çekildim. Başımı kaldırdım, karşımda gördüm ki bir tepe. Üstünde bir siyah gölge, bir karaltı! Bu ihtiyarlayan, yasla dolu olan gözlerimle seçemedim. Yaklaştım, dikkat ettim: Karakuş bakışlı bir savaşçı! Yanık alnı, bin fırtına görmüş, bin yıldırımla parçalanmış kaya gibi yaralı. Etlerini, kemiklerin gösteren yırtık urbası, canavarların keskin dişleriyle, keskin tırnaklarıyla koparılmış gibi parça parça. Duruşu cellâdı öldüren, zindanı yıkan bir kahraman gibi görkemli. Elinde ucu karılmış bir kılıç var. 

Kim olduğunu öğrenmek istedim ve sordum. Kuru ve ilahi bir sesle: "Dağların çocuğuyum, özgürlüğün oğluyum; Adana'nın tutuşan aşkıyım, kanlı hayaliyim" diye yanıt verdi. 

Dağlılar!..

Evet, ben onlarım ünlerini işitmiştim, efsanelerini dinlemiştim. Şimdi de karşılarında bulunuyordum. Bu mihrap bana üç felaket ve ölüm yılının acıklı öykülerini, uzun destanlarını anlattı.

O zalim baltalara, zincirlere karşı, kırık kılıçlarıyla, kör oraklarıyla, çıplak etleriyle, sakat kollarıyla nasıl cenkler ettiğini anlattı. Su yerine kanlarını yaladığı, ekmek yerine etlerini ısırdığı, o kara saatlerde değerli hemşerilerin nasıl merhamet çeşmelerinden su,  sevgi topraklarından ekmek yetiştirdiklerini, yanan dudaklarına, büzülmüş bağırsaklarına nasıl can getirdiklerini anlattı. Başkaları da bunları tamamladılar. Daha bir çok kahramanlıklarını anlattılar.

Ben onun gizlediği, söylemek istemediği birçok kahramanlık öykülerini öğrendim. Anladım ki,  Gülek’te devler kadar güçlü, bilekleri bulutları parçalayan, yıldrımlar gibi dağıtan kırkların piri bu savaşçılar imiş. Yenice’de yanan dağlar gibi ateşli, çelik ve seyyar kaleleri, beldeleri yıkan rüzgâr gibi deviren tenlerin biri bu fedai imiş.  Eshab-ı Kehf tepesinde ezan okuyarak,  yeni bir Uhud savaşını yapan bu savaşçıymış.  Son Fadıl Çatışması’nda can evinden vurularak,  kendine cenk ve ulusuna vatan yollarını açan bu kahramanmış! Anladım ki, Tarsus ırmağının akıntısını değiştiren bilinmeyen Aziz bu imiş. Boğa dağlarında zaman zaman iniltileri gelen ve avcıların kemiklerini dişlerinde gezdirdiği söylenen efsanevi arslan buymuş.

Bu kutsal hayal, benim ruhumun gecelerini, ifritlerini altın kargısı ile altın kılıcı ile öldüren bir güneş oldu. Düşümde gördüğüm kızıllıklar, bu ölen gecenin, bu ölen ifritlerin kanıydı. Ben mucize önünden karanlıklardan aydınlığa çıktım. Yaşamın, ele geçirilecek yeni bir kaderin altın kapılarını karşımda gördüm. Kaybettiği cennete kavuşacak bir adam gibi sevindim. O gün alevlerle tutuşan yüreklerden yüreğim için ateş istedim. Yeryüzünün gömülerle, bayraklarla donanan yüksek kapılarında alnım için gurur istedim. Ormanların nefeslerinden ciğerlerim için nafaka istedim. Denizlerin dalgalarından dudaklarım için nağme istedim.

Yaşamın acı ve yas yollarından gelen ben, ayaklarının tozlarında bin harabenin külünü, ben mezarın kanını taşıyan ben, sırtımda yarım yüzyılın, ağır kurşun yükünü getiren ben, acı kaderin gamlı ve ihtiyar yolcusu olan ben, kendimde yirmi yaşın gücünü duydum. Ak saçlarımın üzerinde yeni bir güneşin altın terlerini gördüm. Yıkık yüreğimin içinden harabelerin üstünde biten taze çiçekler gibi yeni emeller ve canlı alevler topladım. Çiğnediğim yeri, tarihin yeni zirvesi gibi yüksek buldum. Burada geçmişleri gören ve geleceklere bakan ve geleceklere bakan bir kayanın üstüne yükseldim. O siyahlar giyinmiş kadınla, alnı yaralı delikanlı karşımdaydılar.  İlkin bu Aziz kadını selamladım, çünkü bu kadın ki o kahramanı doğurmuş, onun yüreğine heyecan ve azalarına kıvılcımlar koymuş, damarlarlarını yangınlarla tutuşturmuş, ciğerlerine kasırgalar üflemiş,  eline özgürlüğün kılıcını vermiş ve ayaklarına umudun, yeşil zaferin kırmızı yollarını açarak “Yürü!” demiş. Bu alevden saçlı devrimci kadının her tepenin üstünden, her uçurumun önünden türküsünün seslerini işitenler var. Alevden bayrağın dalgalarını görenler var. Diyorlar ki, onun saçları pek yakında ağarmış. Bu aklar, o yanan başın üstüne alevler söndükten sonra çöken küllermiş. Ben bu büyük kadına kutsamalarımı sunduktan sonra o delikanlıya döndüm ve dedim ki:

“Şan ve şeref sana, ey dağların çocuğu! Şan ve şeref sana, ey bağımsızlığın oğlu! Şan ve şeref sana ki, dünyanın savaşçı bir ulusuna karşı Tanrıdan başka kimseye eğilmeyen başını onur ile kaldırdın. Yeryüzünün gururlu alnını kıran yumruğunu uzattın. Yedi kat gökleri dolduran gür sesle: “Balta ve zincir! Bunlar kime? Bana mı? Bu kollara mı? Dünya kuşatan beni mi vatanımdan kovacaksın? Ben mi tarihin sürgünü, bir serserisi olacağım?” diye haykırdın.

“Şan ve şeref sana ki yeni bir aşk, bir rüya ile bayrakların en şereflisini dalgalandırdın, silahların en güçlüsünü kullandın, kahramanlıkların en yükseğini gösterdin, böylelikle zaferlerin en büyüğünü kazandın. Çünkü sen vatan için, yaşam için savaştın, hırsı öldürmek, gururu yıkmak, kini boğmak, kötülüğü devirmek için davrandın. Senin savaşın, dünyanın en büyük davası, insanın en büyük savaş hakkıydı, insanlıktı.” 

“Şan ve şeref sana ki, bir kez daha bütün dünyaya özgürlük ağacının çiçekleri için Türk’ün damarlarındaki pınarların kurumadığını anlattın. Bugün sağ olanlara ve arın doğacak olanlara vatanının etleriyle, kemikleriyle yaşayabileceğini öğrettin. Anlattın ve öğrettin ki,  yürekler çeliklerden, aşklar ateşlerden daha yüksek daha güçlüdür. Sonsuz zaferler, kara harabelerin, kırmızı mezarların üstlerinden felaket ve ölümlere karşı “Hak!” diye haykıranlarındır.

“Şan ve şeref sana,  ey hakkın gücü yenişi! Şan ve şeref sana, ey özgürlüğün hırsa karşı zaferi! Şan ve şeref sana, ey yeni dünyanın, yeni insanın ışığa ve aşka doğru yürüyüşü! Şan ve şeref sana, ey ruhun ve erdemin zaferi! 

Ey dağların çocuğu! Ey memleketler kurtaran kahraman! Ey özgürlüğün oğlu! Ey yeni bir tarih yapan kahraman!

Gerçektir ki, senin zaferin, sanatların ilham kaynağıdır. Şiir, ezgi, heykel, sütun… Hepsi senin hakkındır. Ama sen, bizden bunları isteme!

Şiir? Hayır! Hiçbir şairin dehası sana yükselemez. Senin önünde susmaktan başka bir şey yapılmaz. Senin bu büyüklüğünü, aynı mucize önünde kalan bir şairin dediği gibi “Yalnız dua halinde bulunan sade ve aziz ihtiyarların alçak gönüllü sesleri ve o gözyaşları söyleyebilir.”

Heykel? Hayır! Senin alnını ve ruhunu, kimin eli ve hangi heykeltıraşın çekici yontabilecek? Hem buna ne gerek! Sen kendi heykelini kendin yonttun. Kendi sütunlarını kendin diktin. Harabelerinle, mezarınla en büyük anıtı yarattın. O zafer kapısını yükselttin ki, bunun üzerine ateşten ve kandan harflerle yarattığın şu kitabe her şeyin üstündedir: “Burası özgürlüğün ülkesidir. Günahkâr vücutlar, kutsal toprakları çiğneyemeyeceği gibi, buraya da hiçbir hırsın ayakları basamaz. Ey yaşamın yolcusu, sen her kim olursan ol, bu kapının önünde dur! Burada hırs ve gururunu eski bir zırh, eski bir tolga gibi soyun! Burada kin ve intikamını bir kanlı kılıç, bir kanlı mızrak gibi kırıp at! Buraya çıplak bir ruhla, saf bir yürekle, Tanrının tapınağına girer gibi saygıyla gir!... Bil ki, burada vatan için, aşk ve rüyalarına veda etmiş, özgürlük için sevgililerinden ayrılmış birçok canlar vardır. Burası, bağırları yanık ninelerin, yüzleri solgun genç kızların, sakat ve yaşlı babaların, öksüz ve yetim çocukların ülkesidir. Burası bir özgürlük ülkesidir! Burası Türklerindir!”

“Ey kahraman! Senin diktiğin bu anıtın önünde ben saygı dolu bir yürekle, saygı dolu bir ruhla, beyaz başımla, beyaz alnımla eğiliyorum. Kutsal bir maceraya eğilir gibi eğiliyorum. Bunun önünde sana selamını getirdiğim anavatan anılıyor. Kardeş Asya, kardeş Afrika anılıyor. Dünün bir düşman memleketi, bugünün dost Fransa’sı anılıyor. Yarın da aşkın ve adaletin bütün memleketleri anılacak. İnsan Avrupa, İnsan Amerika anılacak, bütün tarih, bütün gelecek anılacak, bütün gelecek yüzyıllar, bütün doğacak nesiller anılacak!”

MEHMET EMİN

Bu araştırmanın yayınlanması için kendisinde izin aldığım Sayın Tiraje Zeynep Yüregir’e ve tüm Yüregir ailesine teşekkür ediyorum.

KAYNAK (*): ADANA’NIN KURTULUŞ MÜCADELESİ ANILARI, Ahmet Remzi Yüregir.(Hazırlayan Tiraje Zeynep Yüregir)

 

 

Yükleniyor

Yükleniyor

Yükleniyor

YAZARLAR

15.7° / 9.2°