“İKTİDAR”, DAR GELİRLİNİN AÇLIĞINI YEĞLİYOR!

“İKTİDAR”, DAR GELİRLİNİN AÇLIĞINI YEĞLİYOR!

Baştan beri savunduğum düşünce şu: bugün yaşananları “iktidardan” soyutlamak, sorumluyu/ suçluyu başka yerlerde aramak, onlarca yıl öncesine dayandıracak algılar oluşturmak bu yurdun yurttaşına haksızlık…
Kocaman, içi dolu dolu olan, ilk yıllarında tüm siyasi partilerden de destek gören süreçten söz ediyorum!
Bu ülkede elektriği olmayan bölgelere beyaz eşya dağıtarak oy toplayan, bu gün “hayın” dediğine geçmişte hayranlıkla sarılan, herkesin bildiği güzelim yerleri “birlikte yürüdük biz bu yollarda” şarkısıyla gidilmez eden, şatafatı bir “iktidar” ayrıcalığı olarak benimsetmeye çalışan, tarımını/ sanayisini/ sağlık sektörünü/ bilimini dışa bağımlı duruma getiren, gençlerin gelecek beklentilerini körelten, öngörüsüz/ beceriksiz bir yönteminden söz ediyorum!
Cumhuriyet’in kuruluş sürecine de dil uzattılar, İkinci Dünya Savaşı yıllarına da dil uzattılar, çevre duyarlılığıyla başlayıp/ baskılarla yönü değiştirilen Gezi olaylarına da dil uzattılar!
Olaya neresinden bakarsanız bakın “tutarsızlık”!
***
Bir yıldan, beş yıldan, on yıldan söz etmiyorum; kocaman yirmi yıldan…
O yıllarda doğanlar şimdi ikinci kez oy kullanacak; şaka değil!
Z kuşağı adı verilen gençliğin gördüğü/ duyduğu/ bildiği bir başka “iktidarı” bir yana bırakın, “hükümet” bile olmadı yaşamlarında…
Yaşamlarında hep bir “kibir”, hep bir “benim olsun hırsı”, hep bir “patron” dostluğu, hep bir “emekçi” karşıtlığı, hep bir “değerler” yıkıcı, hep bir “doğa/ çevre” katledici vardı!
Örneğin, Z kuşağı insana yatırım yapıldığına hiç tanık olmadı, emekçinin sevineceği adımların atıldığını görmedi, tarım çalışanlarının yüzünü sevindirecek çalışmalar yaşamadı, gerek kendi gerekse bir üst kuşağın önündeki dikenli/ cam kırıklı yollarının temizlendiğini görmedi!
Bunun “nedenlerini” başka yerlerde aramak akıl dışı…
***
Zaman zaman şunu soruyorum: “iktidarların” ödevi nedir, yalnız yakınlarının gelecek ışıklarını yakmak mı, yalnız kendine yakın olanlarını önünü açık tutmak mı, yalnız biat edenlerin var olmasını istemek mi?
Biz, diyorlar! İstesek uyguladığımız ekonomik sistemin tersini de yapardık, diyorlar! Ama yapmadık, diyorlar! Dar gelirliler zorda olsa da üretici firmalar/ dışsatımcılar kazanıyor, diyorlar!
Bu söze söylenecek “çok” söz olmalı; öyle üç/ beş değil, yüzlerce/ binlerce söz…
Bir “iktidarın/ yönetimin”, dar gelirlilerin zor da olmasını bu denli görmezden gelmesi, ülkeyi beton yığınına görüştürenleri kucaklaması/ varlıklarını sürdürebilmeleri için ülkenin büyük çoğunluğunu gözden uzak tutması…
Yirmi yıllık sürecin “ne” anlama gelmesi gerektiği anlaşılır gibi…
***
Çevrenizde bulunan dar gelirliye, emekliye yaklaşan Kurban Bayramı için ne düşündüklerini bir kez sorun…
Önce duracaklardır, sonra uzun ağaçların dallarının arasından gördükleri bir güvercinin kanat çırpınışının verdiği hazla/ dudaklarını bükerek/ başlarını ellerine dayayarak, yaşamı derinliğine düşündüklerini göreceksiniz!
Atatürk Parkı’nda, sürekli emeklilerin geldiği altı/ yedi bankın bir arada olduğu çam ağacı altına uğruyorum arada bir…
Adana’nın farklı bölgelerinden aynı yüzler, hepsi birbirini biliyor! Kendi aralarında şakalar/ takılmalar bile oluşmuş!
Emekli aylıklarını konuşuyorlar, yetişemediklerini anlatıyorlar…
Şeker Bayramı öyle/ böyle geçti de; Önümüzde Kurban Bayramı var!
Biri “ne yapacağımı şaşırdım, doğru söylemek gerekirse! Maaşla ikramiyeyi birleştirsem ancak bir koyun ya da keçi alabilirim! Sonra ne yapacağımı bilmiyorum! Kesmemek de bir seçenek” dedi.
Bir başkası “geçen yıl bile bundan daha iyiydim! Çocuklar, gelip gidenler olmasa kesmeyeceğim” dedi.
Bir başkası da “o gün gelene dek düşünmek istemiyorum! Düşündükçe uykum kaçıyor! Sevinçlerim yok oluyor! Bu duruma düşürenler çeksin; başka ne diyeyim” diyor…
Gerçekten emekliyi, dar gelirliyi bu durma kim getirdi? Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında alınan kararlar mı, çok partili sistem öncesi yaşananlar mı, gezi olayları mı?
Yapmayın; “iktidar”, dar gelirlinin bunları yaşamasını yeğlediğinden söz ediyor!
***
Bugün hangi taşı kaldırırsanız kaldırın, hangi olayı didiklerseniz didikleyin “iktidarın” renginden/ şeklinden/ davranışından/ öğretisinden çok şeyler görürsünüz!
Ülkede yaşayan yurttaşların içinde bulunduğu zorluklar da, konukseverlik adı altında geliştirebilen sığınmacı seviciliği de, dar gelirlilerin yaşadığı zorluklar da, sanayicinin/ yüklenicinin kazanması da bu “iktidarın” rengi/ şekli/ davranışı/ öğretisi…
Kullandığı bozuk “dili” topluma bulaştırması, toplumda anlaşmazlıkların artırmaya çalışması, yurttaşın geleceksizleşmesinin bile nedeni bu “iktidar”!
Şu an sesini duyduğunuz zammın “sorumlusu kim” diye sormayın!

Oktay EROL

11.06.2022 21:38:59

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


“ SEYHAN BİZİM VAZGEÇİLMEZİMİZ”

CHP ADANA ÖRGÜTÜ GENEL SEÇİMLERE HAZIRLANIYOR

DEMİRÇALI’YI ZİYARET ETTİ

VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI