KONUŞURKEN DİNLEMEYİ DE BİLMEK GEREK…
Manşet Haber 26.02.2023 21:06:33 0

KONUŞURKEN DİNLEMEYİ DE BİLMEK GEREK…

KONUŞURKEN DİNLEMEYİ DE BİLMEK GEREK…






(Göz iki, kulak iki, ağzımız ise tektir. Çok görüp, çok dinleyip, az konuşmak gerektir)





Yukarıdaki cümle bize o kadar çok şey anlatıyor ki… Tabii ki anlayana, anlamak isteyene.





Ama anlamak istemeyene ne söylersen söyle, ne kadar söylersen söyle ne dinler ne de anlar. Çünkü onun derdi başkadır. Onun derdi anlamak değil aslında anlatmaktır. İçindekileri dökmek, kendini etrafa boşaltmak, rahatlamak ve çekip gitmektir.





İnsanlarla olan ilişkilerimde, ikili diyaloglarımda buna çok dikkat ederim. Karşımdakinin amacı benimle sohbet edip, fikir alışverişinde bulunmak mı, yoksa derdini, tasasını benim üzerime boca edip, içini boşaltmak mı?





Eğer birincisiyse konuşmaya ve daha çok da dinlemeye devam ederim. Ama baktım ki durum farklı, arkadaşın amacı benim üzerimden kendini rahatlatmak, bir bahane bulur sohbeti keserim.





Çünkü bazıları diyalogdan yana değildir. Tek taraflı bir ilişki de zaten kimseye bir fayda sağlamaz. Belki taraflardan biri rahatlamış olur ama diğer tarafında içi şişer.





Gerçekten de insan bazen birini gördüğüne ya da iki cümle konuşmak için bir tanıdığını, yakınını telefonla aradığına pişman oluyor.





Geçenlerde aynen böyle bir şey yaşadım. Uzun süredir sesini duymadığım bir tanıdığımı “nasılsın?” demek için telefonla aradım. Aramaz olaydım...





“Nasılsın, iyi misin?” diye sorunca,





'Ben iyiyim, sende ne var ne yok?” dedikten sonra, benim verdiğim cevabı duydu mu duymadı mı bilmiyorum ama ondan sonrası tamamen benim, onun söylediklerini dinlememle geçti.





Konuştu da konuştu, konuştu da konuştu...





Neler anlattı neler… Araya girip, bir iki kelimede ben etmek istedim ama ona bile müsaade etmedi. Lafı ağzıma tıkayıp, dereden atladı, tepeden zıpladı, anadan babadan, bacıdan gardaştan ne almışsa, ne duymuşsa anlattı da anlattı. O söyledi ben dinledim, o konuştu ben sustum.





Ondan sonra biraz yorulur gidi olunca da, “bizde durumlar böyle.





Sende ne var ne yok?” diye sordu. Aslında bu sorusu da galiba nezaketen bir solukluk ara vermek içindi. Çünkü bizde ne olup olmadığının bir cümlesini bile söyleyemeden ikinci seansa başladı. Yine konuştu da konuştu. Nihayet yoruldu ya da söyleyecekleri bitti ki, bir süre sonra sustu.





Aslında o, o kadar fazla ve uzun süre konuşunca ben de ister istemez beynimin algı düğmesini kapatıp, dinliyormuş gibi yaptım ama söylediklerinin hiçbirini hafızama kaydetmedim.





Çünkü anlattıklarının her zamanki gibi beni değil, onu ilgilendiren şeyler olduğunu biliyordum. Az ve öz konuşsa, arada bir bana da söz hakkı verseydi belki söylediklerinin bir karşılığı olacak, yorum ve değerlendirmede bulunacaktım. Ama dedi ve gitti misali, söyleyeceğini söyledi, sonra pili bitti, sustu.





Ondan sonra ne denir ki, iyi günler dileyip, telefonu kapattım.





Ne diyordu yukarıdaki cümlede; “Allah bizi iki kulaklı, bir ağızlı yaratmış.”





Bazı kişiler sanırım kulağı iptal edip, ağzına genişletme operasyonu çektirmiş olmalı ki böyle durumlar yaşıyoruz.



YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

35.8° / 20.3°