Ünlü “Sefiller” yapıtının yazarı Victor Hugo, romantizm akımında yer almakla kalmamış, “aşk, iki iken bir olmak demektir” sözünü de yazın dünyasına kazandırmış. Konu “romantizm” olunca insanı öncül olarak işleyen, yaşadığı dönemin yoksulluğunu/ varsıllığını sentezleyen bir düşünürdür ayrıca. Örneğin “Sefiller’de” ailesinin geçimini sağlayabilmek, eve ekmek götürebilmek için hırsızlık yapan, ardından da kürek tutsaklığına çarptırılan bir adamın öyküsü anlatılır. “Aşk”, “adalete” dönüşmüştür!
Hugo, yine bir sözünde “siz yardım edilmiş yoksullar istiyorsunuz, biz ise ortadan kaldırılmış yoksulluk; o nedenle sizinle anlaşamayız” diyor. Özellikle yiyecek, içecek, barınma, giyim gibi temel gereksinmelere zor erişmek ya da erişememek yoksulluk olarak tanımlanıyor. Toplumcu anlayış, “yoksulluğu” bireysel eksiklik değil; toplumsal adaletsizliğin sonucu olarak değerlendirir. Çözüm olarak, bireye yardım/ koruyucu/ kayırmacı olmaktan değil; eşitsizliği doğuran ekonomik, siyasal, kültürel yapıları dönüştürmekten söz edilir. Hugo’nun “biz” dediği yer, yoksulluğu üreten düzeni değiştirme istencidir.
***
Duymayanın olduğunu sanmıyorum… Tümceye şöyle başlanır: “… himayesinde yaşama geçirilen…”, “… himayesinde gerçekleşen…”, “… himayesinde düzenlenen…”, “… himayesinde yapılan…” “O” olmazsa yapılamayacak, düzenlenemeyecek, yaşama geçirilemeyecek bir “olgu” gibi düşünülmesi istenir gerçekleşen eylem, etkinlik, tören, her neyse… Herkesin “onun” gözeticiliğine, koruyuculuğuna “biat etmesi” beklenir bir anlamda. Toplumun ya da “himayesinde yapılan” etkinliğin “onsuz” olmayacağı kanıksatılır!
Herkes yoksundur, herkes güçsüzdür, herkes “himaye” edilmelidir, herkes yaşama tutunmak için “onun” gözeticiliğini/ koruyuculuğunu bekler! Yoksulluk, “himaye” altında bulundurulmak, ortadan kaldırmak yerine “koruyucu” olmak… Hugo’nun anlaşamadığı yer tam da burası…
***
“Çalışmadan, yorulmadan, üretmeden rahat yaşamak isteyen toplumlar; önce saygınlıklarını, sonra özgürlüklerini daha sonra da bağımsızlıklarını, geleceklerini yitirmeye tutsaktırlar” der ulu önder Atatürk. Kökeni Arapça olan “himaye” sözcüğünün içerdiği koruyuculuğa, korumacılığa, gözetlemeciliğe, kayırmacılığa yaşam anlayışında yer vermez! Geleceğin “tutsağı” olmamak için, “çalışmanın/ üretmenin” zorunluluğunu savunur! Hele “himaye” konusu…
Birinci Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan mandacılık/ himayecilik kavramına, o zor koşullarda bile karşı konulmuştur. Kavramlar, kendisini yönetemeyecek durumda olan devletlerin güçlü bir duruma gelinceye dek başka devletlerin yönetimi altına girmek, olarak tanımlanıyordu! Oysa ülkede, ulusal bağımsızlığın koşulsuz olarak gerçekleştirilmesi benimsenmiş, İlk kez ulusal sınırlardan söz edilmiş, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın imzalanmasıyla toprakların parçalanamayacağı vurgulanmıştı. “Mandacılık, himayecilik kabul edilemez” sözü belleklerde yer etmiştir!
***
Koruma, gözetme, kollama, yardım etmeyle eşleşen Arapça “himaye” sözcüğü toplumsal ilişkilerde dikey bir yapı kurar. Her yıl “desteklerle” yaşama tutunanların sayısının artması, bu artışın övünç duyularak anlatılması gibi aşama gözetilerek yapılan sınıflamayı oluşturur! Bir “koruyan”, bir de “korunan” katman toplumun içinde yer bulur. Yoksulla varsıl gibi, iyi ile kötü gibi, ezenle ezilen gibi, yönetenle yönetilen gibi, büyüyenle küçültülen gibi… Toplumun “himaye” altında olduğu kanısının yaygınlık kazanması, bir başına toplumun bireylerinin “yetersiz” olduğu düşüncesinin yönetenlerce sıkça dile yetirilmesi “yazgıcılık/ biat/ şükür/ sabır” olgularının görünmeyen yanıdır…
***
Toplumun “gözetim/ koruyuculuk/ kayırma düzeni” altında yaşaması, kişinin edilgenliğini pekiştirir; oysa Hugo’nun “biz” dediği yer, edilgenliğe göğüs gerer, eyleme çağırır. Atatürk’ün “çalışmak/ üretmek” vurgusu da bu çağrının özgün karşılığıdır. Gözetim/ koruyuculuk/ kayırma düzeni, yukarıdan aşağıya bir bağış düzenidir; oysa eşitlik/ toplumcu bakış yan yana durmayı gerektirir, Yoksulluğu ortadan kaldırmak, “koruyucu”yla değil, “dönüştürücü”yle olasıdır.
Bırakın, kimsenin “himayesinde” gerçekleşmesin etkinlikler, şölenler; toplumun desteğiyle, toplumun içinden gelen duygu birikimiyle bilinsin, tanınsın! Bakın, “… himayesinde” yapılan hiçbir eylem, hiçbir tören, hiçbir açılışta toplumda derin izler bırakmaz! Aklınıza gelen ne varsa düşünün, bildiklerinizi anımsayın, orada bulunanları süzgecinizden geçirin, kimler için yapıldığını/ kimlere kazandırdığını/ kimlerin orada yerlerinin olmadığını/ kimlerin orada köşe tuttuklarını göreceksiniz! “Himayecilik”, toplumsal bir anlayış değildir çünkü…