Adana sıcakları unutulmaz! Gölgede oturamazsınız! Her yanı beton yapılarla çevrili parklarda eskisi gibi serinlenmez! Üç/ beş adım yürümek bile kan/ ter içerisinde kalmaya yeter! Onun için de yaz aylarının sıcakları başlamadan yaylalara göç edilir! Gün boyu Adana’nın sıcağı içerisinde yaşanır, yatmalık yaylalara akın edilir! Kimi zaman gün içinde de değil; hafta sonları iki gün kalmak için gidilir!
Herkesin gitmesi olası mı; hayır! Kış aylarında nasıl herkes sıcacık evler yerine battaniye sıcaklığına kendini alıştırmaya çalışmışsa, yaz aylarında da kışın kolayca ısınabilen yaylalara giderken/ battaniye sıcaklığını seçenler “gölge” bulduğu her yeri “yaylalık” sayar! Kışın ısınamayan yazın da serinleyemez, kışın doymayan yazın da doyamaz, kışın rahat yüzü görmeyen yazın da göremez!
***
Temmuz ayı girerken sokaklar, betondan kaldırımlar, asfalttan yollar “ateş” parçasıdır! Adanalı boş yere “güneşe” namluyu doğrultmaz! Bir umut işte! Belki biraz kısar diye yalımını, biraz söndürür diye ateşini umarsızlığına başkaldırır! Kanal boyu, fırsat bulunan yerlerde belli bir kuşak suya girer! Keçileri bilirsiniz; inatçıdırlar! Dik kayalıklara bir dal kekik için tırmanırlar; yaşamları pahasına, kayalıklardan düşüp yaşamlarından olma pahasına… Bir dal kekiğe ulaşamadan çok keçinin yaşamları son bulmuştur!
Her yaz kaç kişinin kanala girip de yaşamını yitirdikleri belli değildir! Bunu Adana’da yaşayıp da bilmeyen yoktur! Her şey yaz sıcaklığında serinlemek için değil mi; sonunda yaşam gibi duyarlı bir konu olmasına karşın, kanallarda suya girenler eksilmez! Yetkililer “suya girmek için pilot bölge” oluşturmak yerine, hep “yasak” denemelere girişmiştir! “Yasak” da her şeyde olduğu gibi, kanalda suya girme konusunda da albenili gelmiştir! Kanala girmek kadar, bir görevli gelip düdüğünü öttürdüğünde kaçmakta önemlidir! Mutlaka uygun yer bulunur!
***
Sıcaktı yine… Atatürk Parkı’nda, aynı ağaçların altındaki banklarda dizilmişti emekliler… Birbirine “yayla işin yok mu” diye soran oluyordu, bir diğeri soruyu sorana aynı soruyu soruyordu! “Neyle” dedi birisi! “Aldığımızla karnımız mı doyuyor da bir de yayla işimiz olsun; yazın yanmaya/ kışın üşümeye/ aç kalmaya gelmişiz sanki dünyaya” diye de sözünü sürdürdü! Diğerleri emekli adamın gözlerine baktı! “Yalan mıyım” dedi! “Hanginizin durumu benden iyi” diye de sordu!
Bilmiyorlar mıydı? Yaşıyorlardı oysa! İçlerinde biriktirdikleri belliydi! Yaz sıcağı dert, kış soğuğu bir başka dert! Pazar mevsimsel sebzelerden, meyvelerden geçilmiyordu, birçoğuna uzanamıyorlardı! Uzansalar da kiloyla aldıklarını artık taneyle alıyorlardı! Bunları yaşamaya mı gelmişlerdi dünyaya… “Bir daha gelmek ister misin dünyaya” diye sorsalar, “yaşadıklarımı yeniden yaşarım” diyen kaç kişi olurdu ki? Ulu/ orta sordu bu soruyu… “Bir daha, bu yaşadıklarınızı yaşamak için gelmek ister misiniz dünyaya” diye sordu! Adana’da temmuz sıcağı; sıcak da ne ki? Atatürk Parkı’ndaydılar, söğüt altında…
***
Adana sıcağında yaşamak ne denli zor olsa da, Adanalı bu sıcakta yaşamlarını sürdürmenin bir yolunu bulmuştur! İnsan olmak böyle bir şey değil mi? Doğayı/ doğal koşulları değiştiremesen de, var olan koşullarda yaşamayı başarabilmek, uyum sağlayacak önlemleri alabilmek… Bir yandan Çukurova’nın verimli topraklarını işlemiştir Adanalı, bir yandan toprağa attığı tohumu yeşertmesini bilmiştir, bir yandan yaşamını üretime yöneltmiştir, bir yandan gelecek konusunda adımlar atmıştır! Yaz sıcağı ne ki; yılın yarısı, dişini sıkar gelirsin üstesinden, ya yaşayamamanın…
Yaşayamamak bambaşka bir olgu! İnsan, başarısızlığından dolayı “yaşamamakla” karşı karşıya kalmaz; “gücü olanın” hakça paylaşımı becerememesinden kaynaklanır, hep “emeği sömürme” doyumsuzluğundan dolayı, hep “duygudaşlıktan” uzak duruşu nedeniyle yaşanır! Asıl önemli olan da budur! Yoksa, Adana’nın unutulmaz sıcağı ne ki; namluyu doğrultursun güneşe geçer/ gider! “Güçlü” olanın doyumsuzluğu bitmiyor ki!