Dün Hannibal Barca’nın bir sözünden hareketle, lafı Özgün Özel’e getirmiştim. Bugün bu konuyu biraz daha açarak insanların hırslarının, gözü doymazlıklarının kendilerini nasıl bir sona doğru sürüklediğini anlatmaya çalışacağım. İçindeki mesajları lütfen siz alın çünkü sonu yorumsuz olacak.
Kartaca Kuzey Afrika’da, Roma Güney Avrupa’da iki güçlü devletti. Aralarında Akdeniz’e hakim olmak ikisinin de en büyük ihtirası idi.
Kartaca Kralı Hamilcar savaş planlarına oğlu Hannibalı da dahil etmek istiyordu. Henüz 9 yaşındayken, oğlunun elinden tutup bir kurban törenine götürdü ve orada Hannibal’a, “Roma’ya sonsuz nefret besleyeceğine yemin et,” dedi. Hannibal ölünceye kadar bu yeminin doğurduğu nefretle yaşadı.
Roma’yı yenmek, yok etmek Hannibal’ın tek isteğiydi. Bunu Romalılar da biliyordu ve ona göre hazırlıklar yapıyordu. Hala dünyanın en büyük stratejist komutanlarından biri sayılan Hannibal, Roma’ya, Romalıların düşündüğü gibi denizden değil, karadan saldırmayı planladı. Alpleri, Pireneleri geçerek önüne çıkan gütün şehirleri yakıp yıkarak Toma’ya doğru ilerliyordu. Hem de filleriyle.
O gün Roma Senatosu toplantıdaydı. Bir haberci geldi, “Kartacalı general Alpleri geçmiş,” dedi. Başrahip kulaklarına inanamadı. “Fillerle mi,” diye sordu. Haberci, “Evet, efendim, fillerle,” dedi.
Senato salonunda bir uğultu yükseldi. Bazıları bunu tanrıların öfkesine yordu. Fabius Maximus, Hannibal’ı iyi tanıyordu. “Hannibal sadece düşman değil, o Roma’nın kaderi,“ diye fısıldadı. Hannibal’a göre ise kader henüz tecelli etmemişti, daha yapacak işler vardı. Ettiği yemini hatırladı.
Romalı askerler panik içindeydi. Hala kibrin esareti altındaki generaller, “Birkaç barbar ve birkaç fil! Roma'yı kimse tehdit edemez,” diye bağırıyordu askerlere. Ama Hannibal Roma’yı çember içine almış, güneş doğuncaya kadar tüm orduyu yok etmişti. Roma en güçlü generallerini kaybetti.
O gün Senato bir kez daha toplandı. Yemin etme sırası Roma’daydı. “Hannibal’ın Roma’da özgürce dolaşmasına izin vermeyeceğiz ama onunla meydanda çarpışmayacağız. Onu kendi toprağında yenmek için Afrika’ya gideceğiz,” dediler.
Yeteri kadar beklediler, zamanı geldi Romalılar Afrika’ya gitti. Büyüklük arzusu, zaferler, yenilgiler, dökülen kanlar. İki taraf da biliyordu: Bu savaş yalnızca toprak için değildi. Bu, iki uygarlığın ruhunun savaşıydı.
Kader ağlarını örmüştü. Hannibal Kartaca’da bile kalamıyordu. Kadınlar gözyaşı döküyor, yaşlılar göğe bakıp tanrılara beddua ediyordu. Çünkü herkes biliyordu ki Hannibal kaçmak zorunda kalıyorsa, Kartaca artık kendi kahramanını koruyamayacak kadar zayıflamıştı. Haannibal gemiye bindi ve…
Aylar sonra Hannibal, Seleukos (Antakya) Kralı III. Antiokhos’un sarayına ulaştı. Kral büyük bir gururla, “Akdeniz’in en büyük düşmanına hoş geldin,” dedi
“Benim düşmanım yok,” dedi Hannibal, “Yalnızca Roma’nın bitmeyen iştahı var.”
Kral onunla ittifak yapıp Roma’yla savaşmak istiyordu. Hannibal, başını eğdi, “Savaş kazanılabilir. Ama sen Roma’nın kim olduğunu bilmiyorsun,” dedi. Kral ve Roma’ya savaş açtı. Kısa sürdü savaş. Kral yenildi. Hannibal yeniden kaçmak zorunda kaldı.
Bu kez Bitinya (Batı Karadeniz) Kralı Prusias’ın yanındaydı. Kral onu dostça karşılasa da, bir korku içindeydi. Çünkü Roma’nın elçileri artık her yerdeydi ve hep aynı soruyu soruyorlardı: “Hannibal nerede?”
Bir gün Prusias’ın adamlarından biri telaşla Hannibal’ın yanına geldi ve “Roma elçileri sarayda. Sizi istiyorlar.” Hannibal gülümsedi. “Roma’dan kaçmak, bir dağın gölgesinden kaçmak gibi. Nereye gitsen seninle gelir,” dedi. Bir masanın üzerindeki küçük kutuyu açtı. İçinde, yıllardır yanında taşıdığı ince bir şişe vardı. İçinde zehir. “Roma beni korkutamadı ama beni her yerde aramaları, onlardan kaçmam değil, iradelerinin büyüklüğü beni yordu,” diyerek zehri içti. Gözlerini kapadı.