Türkiye kamuoyu onu “Yüksel Direnişçisi” olarak tanıyıp biliyor. Daha kapsayıcı tanımıyla “Barış Akademisyeni” sıfatıyla üniversiteden uzaklaştırılanlar arasındaki bir öğretim üyesi. Çok uzun ve ağır bir açlık grevi ile bu haksızlığı bütün dünyaya duyurdu. Onun için yapılan imza kampanyaları gazetelerde tam sayfa yayınlanınca dönemin “hiç işleri” bakanı akıllara seza bir tepki göstermişti:
-Siz neye imza attığınızı biliyor musunuz?
İçlerinde Ataol Behramoğlu, Zülfü Livaneli gibi dünyanın saygısını kazanmış sanatçıların olduğu devrimci demokrat kitleyi okuması yazması olmayıp, kandırdıkları kendi seçmenleri gibi sanmıştı!
***
Bu uzun girişten kimi kastettiğimi bizim okurlarımız çıkarmışlardır. Diğer adı da “Direniş” olan kişi:
-Nuriye Gülmen’den başkası değildir.
Onunla seyrek de olsa yazışıyoruz. Nuriye’den yeni bir mektup aldım, “Nazım Abi, boğucu sıcak Silivri günlerinden selamlarımı gönderiyorum” diye başlıyor:
“Hapishanede en zor geçen dönem yaz ayları. Nâzım Hikmet ‘hapishanede günler aylar hızlı, yıllar ise yavaş geçer’ diyor ya, bence yılları yavaşlatan -deyim yerindeyse- paçasından çeken bu yaz aylarıdır!
Geçen gün kışı burada geçirip tahliye olan bir arkadaştan mektup aldım. Oranın sıcak olabileceğine inanmıyorum diye yazmış. Ben de diyorum ki, Silivri’de yazın kalmayan ‘ben hapis yattım’ demesin!
İyisindir umarım. Ben iyiyim. Dün (11 Ağustos) Silivri’de 5. Yılımı doldurdum. Bu beş yılın nasıl geçtiğini anlayamadım desem yeridir. Hayat böyle bir şey zaten. Yıllar akıp geçiyor. Geriye dönüp bakınca, ‘ben ne ara bu yaşa geldim?’ diye sormaya başlıyoruz. Mesela ben, ne zaman 43 yaşına geldim? Ne ara geçti onca yıl? (Gerçi kendimi direnişe başladığım 34 yaşında hissediyorum.)
Ben 23 Temmuz’dan (2025) beri buradaki en zor günlerimi geçiriyorum. Çok değerli bir dostumu apansız bir ölümle kaybettim. Hapishanede bunu kabullenmek zor. Zaten bir kayıp duygusu yaşıyorsunuz. Sevdiklerinizden koparılmışsınız. Uzun süredir deneyimlenen fiziki ayrılık, ölüm gibi tümden kopuşları kavramayı, kabullenmeyi inanılmaz derecede zorlaştırıyor.”
Nuriye Gülmen’i derinden sarsan kayıp, Ünal Kaymak cezaevinden bana da mektup yazmış sonra tahliye olunca da telefon etmişti. Sonra irtibatı kesildi. Meğerse tahliye edildikten 45 gün sonra hayatını kaybetmiş. Bir itirafçının abuk suçlamasıyla tutuklanan Ünal, kanaması olduğunu söyleyerek hastane sevki istiyor. Ancak 30 gün sonra sevk ediyorlar. Doktor tahlil falan istemiyor. Basit bir hemoroit kanaması olduğunu düşünerek geri yolluyor. Bir süre sonra mahkeme kararı falan olmadan tensip (uygun görme) kararı ile tahliye ediliyor. Serbest kalıp da hastaneye gidince, dördüncü evre kolon kanseri teşhisi konuluyor.”
Adeta Ünal Kaymak’a “git dışarda öl, içerde ölüp de başımıza iş açma” denilmiş! Hastalığı ve sonuçları herkes tarafından biliniyormuş. Sadece Ünal’a söylememişler ve gereğini yapmamışlar!
Hapishanelerde yüzlerce, ölümcül derecede ağır hasta var. Adli tıp raporlarına karşın tedavileri için onlara şans verilmiyor. Bazı tutuklu ve hükümlülerin talepleriyse daha yürek paralayıcı:
-Son günlerimizi ailelerimizin yanında geçirelim!
***
Ünal tarım lisesi bitirip ziraat mühendisi olmuş. Tarım Bakanlığı’ndan haksız hukuksuz çıkarılmış. Mahkemesi sonuçlanmış ve işine iade edilmiş.
Ne zaman?
Ölümünden bir gün sonra!!!
Nuriye Gülmen dört sayfalık mektubunun neredeyse tamamını yakın dostu Ünal Kaymak’a ayırmış. Sanki kendisi 5 yıldır hapishanede değilmiş gibi… Üstelik onun mahkumiyetine neden olan dijital dokümanın sahte olduğu Adli Tıp Kurumu tarafından belgelendikten sonra…
Cezaevleri her dönemde bu ülkenin kanayan yarası oldular. Hiçbir dönemde bu özellik ortadan kaldırılmadı. Onca acılardan geriye sadece elle yazılmış bu değerli belgeler kalıyor:
-Hapishane mektupları!