Fransız İhtilali’nin, cumhuriyet düşüncesini Avrupa sınırları dışına taşımasıyla, Avrupa’da ulus devletlerin doğduğu ve monarşilerin sorgulandığı bir dönem başladı. Osmanlı İmparatorluğu da bu dönemde yoğun bir modernleşme ve dönüşüm çabasına girdi. Avrupa’daki Sanayi Devrimi ve Aydınlanma Çağı’nın etkileri Osmanlı Devleti’nde de etkilerini göstermeye başladı. Devleti yeniden güçlendirmek isteyen Osmanlı yönetimi, Batı tarzı reformları hayata geçirmek için halkın temel hak ve özgürlükleriyle ilgili bazı düzenlemeler de yaptı.
1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı, Batılı bir hukuk sistemine geçiş yönündeki ilk adımlardı. Tanzimat Fermanı, halkın can ve mal güvenliğini, mülkiyet haklarını ve hukukun üstünlüğünü güvence altına almayı amaçlıyordu.
Tanzimat Fermanı’nın ardından gelen Islahat Fermanı ise, halkın temel hak ve özgürlüklerini daha geniş kapsamda tanımlıyor ve azınlıkların da haklarını güvence altına alıyordu.
Avrupa’da eğitim gören ve Batı’daki siyasi gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı aydınları, imparatorluğun geleceğinin halkın yönetime katılmasıyla sağlayacak modern bir yönetim şekliyle güvence altına alınabileceğine inanmaya başladılar. Batı’daki cumhuriyetçi ve demokratik fikirler Osmanlı aydınları arasında hızla yayıldı.
19. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı aydınları arasında halkın temsil edildiği bir yönetim sistemi kurulması fikri giderek daha güçlü bir şekilde savunulmaya başladı. Bu fikirlerin yayılmasında özellikle Jön Türkler ve yurtdışında eğitim görmüş aydınlar büyük rol oynadılar. Jön Türkler, Osmanlı Devleti’nin mutlak monarşiyle yönetilmesinin imparatorluğun gerilemesine neden olduğuna savunuyorlardı.
Bu hareketlerin sonucunda, 1876’da Abdülhamid Birinci Meşrutiyeti ilan etti. Osmanlı Devleti ilk defa bir anayasa ile yönetilmeye başlamış ve Kanun-i Esasi adıyla anayasa yürürlüğe girmişti. Bu anayasa ile birlikte halkın seçtiği temsilcilerin yer aldığı bir meclis kuruldu ve Osmanlı vatandaşları devlet yönetimine katılma hakkını elde etti. Ancak, sadece iki sene sonra Abdülhamid meclisi kapatarak yönetimi tekrar ele aldı.
1908 yılında, Jön Türklerin ve Osmanlı ordusunun çabaları sonucunda, İkinci Meşrutiyet ilan edildi. Devlet anayasal yönetimi yeniden kurarak meclisi tekrar açtı ve Kanun-i Esasi’yi yeniden yürürlüğe koydu. Mecliste halkın seçtiği temsilciler yer aldı ve devlet yönetiminde halkın iradesine daha fazla hissedilmeye başladı. Meclis, çeşitli siyasi grupların temsil edildiği bir yapıya dönüştü ve Osmanlı toplumu demokratik yönetim deneyimini ilk defa bu kadar geniş çapta yaşamaya başladı. İkinci Meşrutiyet geleceğin Türkiye’sinin adeta bir laboratuvarı idi. Ne yazık ki, yaşanılan savaşlar ve siyasi çalkantılar, anayasal yönetimin uzun süreli bir istikrar sağlamasına engel oldu.
Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na girmiş ve yenilmişti. Toplumda, yönetim sistemine yönelik eleştiriler başladı. Savaşın ardından yaşanan toprak kayıpları ve Osmanlı’nın yıkılma sürecine girmesi, özellikle Kurtuluş Savaşındaki halkın direnişi ve bağımsızlık isteği, toplumda güçlü bir milli iradenin oluşmasını ve cumhuriyetin gerekliliğine olan inancın pekişmesini sağladı.
(Yarın Cumhuriyete Giden Yol: Kurtuluş Savaşı)