İNSANIN BİR AMACI OLMALI…

"Tarihimizi tetkik ediniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler... kendi öz benliğini, millî varlığını ihmal ederek… belirsiz birtakım kimseleri kendisine mürşit tanıyarak… onların şuursuz bir aleti olmak mevkiine düşmüş olmasındandır." Mustafa Kemal Atatürk

 

"Tarihimizi tetkik ediniz. Türk’ün çektiği bütün felaketler... kendi öz benliğini, millî varlığını ihmal ederek… belirsiz birtakım kimseleri kendisine mürşit tanıyarak… onların şuursuz bir aleti olmak mevkiine düşmüş olmasındandır."
Mustafa Kemal Atatürk
*

​Değerli okurlar, dünya hâlâ derin çelişkilerle dolu ve sıkıntıların gölgesindeki hayatımız her an daha ağır bir sorgulamaya itiyor. Küresel ölçekte adaletsizlik, eşitsizlik, cehalet ve umutsuzluk kol geziyor, ekonomik krizler, çevre felaketleri, savaşlar ve hak ihlalleri de insanlığın bir araya gelme ihtiyacını acil kılıyor ama suçlu da, suçun müsebbibi de hep mağdur tarafta aranıyor.

Acaba,
"Gözlerin karanlığa alışması gibi; bazı insanlar cehalete, kabalığa, safsataya ve niteliksizliğe alıştı ve kanıksadı da bilgelik, ahlak ve ehil olmak onlara karanlık ve ürkütücü mü geliyor?

Ruhuyla direnebilen, kalbiyle karar verebilen insanoğlu, bugün bir veri yığını gibi algoritmaların çizdiği rotada yürürken, ekranlara hapsedilmiş hissiz ve tepkisiz bir "yaşayan ölü" moduna girmiş durumdayken insanlık nereye gidiyor?

Yoksa, yaşanılanlar bir yana, yarınların nasıl olacağı bir muamma. Ama “daha insanca ve daha adil bir yaşam kurmak için düşünen bir anlayışa ve bu anlayışı taşıyan insanları seçebilen bir topluma ihtiyacımız yok mu?” diyor Doç.Dr.Şafak Nakajima.

'İnsan, anlamadığı şeye sahip olamaz'mış, der Goethe. Gerçekten çarpıtılmış, algı yaratan her şeyin muhakeme yeteneğimizi bertaraf ettiği ortada, teknolojinin değerlerimizi yerle bir ede(bile)ceği, beyinde çürümeye, hayatın içinde yozlaşmaya sebep olacak kadar etkili olduğunu gözlerimize soksalar da bazen olmuyor herhalde.

"İnsan, bazen kaderin kuşattığı bir çemberde, kalabalıklar içinde dahi kendi ateşinin içinde yanar, bu kader sessizliği midir, bilmem!..." diyen eğitimci yazar İfral Turgut haklı olabilir ama felaketi görmezden gelemeyiz ki... Zira, karşı durmak ve daha aydınlık bir dünya kurmak mümkün olduğu umudunu kaybetmemek gerekir.

Acaba, Atamızın gösterdiği o gerçek "mürşit"  nedir?

Öncelikle eğitimin ve bilincin önemli olmalı diye düşünüyorum. Bakınız eğitim ve Atatürkçü düşünce üzerine çalışmalarıyla tanınan akademisyen Prof.Dr.Cihan Dura ne diyor:
​"Bir ülkede huzurun, barışın ve adaletin en sağlam güvencesi; her şeyden önce iyi yetişmiş, kültürlü ve bilinçli bir halktır. Bu halkı iyi yöne sevk etmek kolay, köleleştirmek ve zulmetmek ise imkânsızdır. Eğer büyük haksızlıklar yapılabiliyorsa, ana sebep o halkın eğitilmesinin ve yetişmesinin ihmal edilmiş, hatta önlenmiş olmasıdır."

Eğer,
"​İnsan; içgüdüleri olan bir varlık ve  aklı, muhakemesi ve iradesiyle diğer canlılardan ayrılıyorsa, öncelikle "yaşamın öğrettiği en sağlam derslerden biri, insanın kendisini iyi tanıması gereklidir. Zira, insanın kendisini sağduyulu ve yansız bir yaklaşımla analiz etmesi, kendini sürekli olarak dürüst sınavlardan geçirmesi başarı için ön koşullardandır" diyor, gazeteci yazar Gürcan Banger...

Liyakat, adalet, milli irade ve bağımsızlık konularına vurgu yapan bir siyasetçi olan Dr. Vecdet Öz'e göre ise  eğitim, kültür ve değerlerle yoğrulan bireyler  hem medeniyetin taşıyıcısı olur hem de hayatı sorgulayabilir. Aksi hâlde, içgüdülerle hareket eden, güce biat eden, kendi yaşam tarzını tehdit eden her şeye düşman kesilen bir topluluk düzeni ortaya çıkmaktadır.

Peki, ​insan olma sorumluluğumuz yok mu?
Felsefeci, çevirmen ve akademisyen Afşar Timuçin de aynı şekilde, "gerçek insan olmak her anlamda dünyada olmaktır, başkaları için olabilen, başkalarına adanmış olması gerekendir." diyor.

Değerli okurlar,
Ülkemiz, tarihsel mirası ile yaşadığı toplumsal gerçeklik arasında sıkışmış bir görüntü sergiliyor:
Bir tarafta, Atatürk’ün aklı, bilimi, laikliği ve özgürlüğü merkeze alan aydınlatıcı devlet aklı; diğer tarafta ise bu ağırlığı taşımakta zorlanan, kimi zaman gölgeleyen bir anlayış. Artık toplumda derin bir yorgunluk, belirsizlik ve tükenmişlik söz konusu olur. İşte geçim sıkıntısı, hayat pahalılığı ve o umutsuzluk insanları hayattan kopma noktasına getirirken  adalet duygusu da zayıflar ve devlete olan güven de azalır.

Esasen, yıllar önceki bir tespit bugün de geçerli.
Cumhuriyet dönemi edebiyatının önemli ismi  Yakup Kadri Karaosmanoğlu da, "Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üzerinde yaşadığı bir toprak vardı, işleyemedin..." demiştir. ​Acaba, bir ahlaki çürüme veya cesaret eksikliği mi var ya da çöküşün sebebi sadece ekonomik veya siyasal hatalar mıdır?

Bakınız , 'Her Şey Hakkında' adlı eseriyle,  hayata, tarihe, siyasete ve insani değerlere dair derinlemesine perspektifler sunan yazar Kenan Özek'in dediği gibi: "sorumsuzluğun, arsızlığın, bencilliğin, vicdansızlığın, adaletsizliğin zemin bulup yerleşmesi ve sürekli alkış alması”  bir tesadüf olabilir mi? ​Bu noktada, eserlerinde özgürlük, seçim ve bireysel kimlik temalarını işleyen İngiliz yazar John Fowles'in o çarpıcı sözü akla geliyor:

"Esas trajedi, bir adamın kötü olmaya cesaret etmesi değil, milyonlarca insanın iyi olmaya cesaret edememesidir." İşte asıl neden, iyiliğe, doğruya, haklıya cesaret edememek olsa gerek...

Bu arada gözden geçirilmesi gereken bir konu ise
dijital çağın esareti olmalı, zira cesaretimizi kıran mekanizmalardan biri medya manipülasyonudur. Bilgi akışının bağımsızlığını tartışmalı hâle getiren bu hususla ilgili olarak; gazeteci, yazar ve çevirmen Yavuz Alogan'ın tesbiti doğru gibi...
Diyor ki: “Küresel düzeyde her türlü internet erişimi ve haberleşmenin denetlendiğini, bilgilerin süzgeçlerden geçirildiğini, ticari görsellerle yönlendirme yapıldığını, tüketim alışkanlıklarının belirlendiğini, insan bilincinin dönüştürüldüğünü; sanal âlemin gerçek dünyanın yerine geçmeye, insanları kukla gibi oynatmaya, her türlü hakikati örtmeye hazırlandığını neredeyse herkes biliyor..."

Böyle bir ahvalde, insan bilincinin dönüştürülmesi; varoluş özelliklerimiz olan insanî, kültürel, tarihî vasıflarımızın kaybı DijiÇağ'ın esiri olmak değil midir ve düşünülmesi, sorgulanması gerekmez mi?

​İnsan, nasıl bu hale geldi? Bakınız akademisyen, felsefeci ve yazar Prof.Dr. Şahin Filiz insanı  tanımlarken ne diyor:
​"Tıyneti bakımından bir şahıs,
Ruhuyla bölünmez bir kişi,
Benliğiyle bir töz,
Aklıyla bir tanrı,
Birlikte çokluk, çoklukta birlik,
Bedenli oluşuyla fani,
Hareket eden canlı olduğu için ölü,
Mükemmeli arayan olarak diri
İhtiyaç sahibi olduğu için eksik ve isteyen varlık olarak tamdır."

Acaba, o çok yönlü varlık olan 'insan'dan uzaklaşıyor ve Orta Çağ İslam dünyasının önemli Arap düşünürü, edebiyatçı ve mutasavvıfı ​Ebu Hayyan Tevhidi de "İnsan nedir?" diye sorduğuna göre, anlamadan sahip olduğumuz dijital dünyada da kendimizi kaybediyor muyuz?

İsterseniz genel bir değerlendirme için gazeteci yazar İsmet Orhan'a kulak verelim. Mealen diyor ki;

"Huzur: ruhsal ve bedensel rahatlıktır, esenlik ve barış yolu döşer… Onu yok eden etkenlerin başında ise siyaset gelir: Huzur İslam'da, ülkücülükte, paranın merkezinde, komünistlikte!…Hatta 
kime sorsanız, huzur hep kendine var, başkasına yok ya da kendine serbest başkasına yasak…

Pakistan, safların ülkesi diye bilinse de gerçek saf ülke Türkiye…1950’den bugüne merkez sağ ya da 'Huzur İslamda' diyenler yönetiyor. Peki,
huzur buldu mu, huzur geldi mi Türkiye’ye?"  diye soruyor ve devam ediyor:

"Hayır, olamaz. Zira hepsinin dayanağı dış güçler ve her alanda kul köle, içeriye ise aslan...
Cahil egosuyla yönetiyorlar, Wi-Fi gibi gayri insani yaşam biçimleri her yerde çekiyor…
Milletin Wi-Fi egoları da  yukarıdaki “cahil egoları“...
İnsan, insanî yaşam biçimini sürekli pas geçiyor, asıl huzurun: vicdanda, bilimde, sanatta, hayvan ve doğa sevgisinde olduğunu bir türlü kabullenmiyor.
Siyaseti takip etmekten, aynı yolu katetmekten bıkmıyor usanmıyor, gittiği yolun yanlışlığına uyanamıyor yani iyi yolu bir türlü bulamıyor." dedikten sonra insanoğluna da bir uyarısı var:
Çokça aşağılanan “eşek“ bile bir defa gittiği yolu 20 yıl sonra hatırlıyor, tehlikeyi farkettiğinde inatlaşıp ilerlemiyor…" 
Ne dersiniz?

Değerli okurlar,
Önemli bir konu da liyakat ve güven sorunu, zira ahlakî ve insani değerlere dayanmayan her adım, bir ulusun ruhunu, hafızasını ve geleceğini yok eder. Bir otorite, her daim “en iyi ve adil şekilde hizmet etmek” amacıyla ortaya çıkmalı yoksa liyakat yerine sadakatin öne çıktığı, şeffaflık yerine partizanlığın kabul gördüğü yerde toplumdaki güven daha da azalır, meşru yapının yarattığı boşluğu ise karanlık odaklar doldurur ki,
İngiliz filozof John Locke’un dediği gibi: “Yasaların bittiği yerde zorbalık başlar.” Neticeten insanlar derin bir umutsuzluğa kapılabilir.

İşte akademisyen yazar Suay Karaman'ın burada bir isyanı var:

​"Öyle bir uyuyasım var ki yıllarca uyanmak istemiyorum. Bu vurdumduymazlıkları, bu rezillikleri, bu hainlikleri ve yaşanan bu ihanetleri görmek istemiyorum. Ancak ortaçağ karanlığında da kimsenin yaşamasını istemiyorum." diyor. Haksız mıdır, milli refleksler körelmiş ve o ülke, artık "yutulacak yumuşak bir lokma" olmuşsa...

Peki, böyle bir karanlık tablodan çıkış yolu var mı, 
İnsan olabilecek, hayatta kalabilecek miyiz?

Stoacı filozof Epiktetos'un da dediği gibi çıkış yolu, insan olmanın ta kendisinde. O, insandaki dünyayı değiştirme gücünü görüyor. "Biz yalnızca kendimizi ahlaklı kılmak için felsefe yapmıyoruz; dünyayı dönüştürmek gibi bir görevimiz de var."

Kaybedilen hayatı da,  saygınlığı da yeniden kazanmanın yolu; bilimsel akıl, kurumsal güç, toplumsal dayanışma ve hukukun üstünlüğünde ve
"bu mücadelenin temelinde yatan, yaşamayı anlamlı kılan, insan olmanın dayandığı üç temel direk vardır. ​Huzur, sağlık, bereket, başarı, zenginlik ve insanlığın diğer bütün özlemleri bu üç ulu ağacın gölgesinde hayat bulur: Onur, Ahlâk ve Adalet..." diyor öğretmen, şair Sedat Demirkaya. Gerçekten 
​kaybettiğimiz ve yeniden inşa etmemiz gereken de bu üç ulu ağacın gölgesi olması gerekmez mi?

"Varoluş özden önce gelir" ve "İnsan, yaptığı şeydir" gibi sözleriyle özgürlük, sorumluluk ve "kötü niyet" kavramlarını tartışan Fransız filizof Jean-Paul Sartre, “İnsan, kendisinden geriye ne kaldığını merak ettiğinde, sadece vicdanıyla yüzleşir.” derken, eserlerinde insan ruhunun derinliklerini, ahlak, özgürlük, inanç ve ıstırap temalarını işleyen Rus yazar Dostoyevski de boşuna söylememiş olsa gerek: "Hayatın anlamını bulmak için, önce insanın ne olduğunu anlamak gerekir." diyor.

O halde soralım, sizce hayat nedir?
Küba Devrimi'nin önemli figürlerinden ve  idealleri uğruna mücadele etmeyi ve fedakarlığı simgeleyen bir ikon haline gelen Arjantinli bir doktor olan ​Ernesto ‘Che’ Guevara'nın, "hayat ne aşk davasıdır ne de ekmek kavgası, insan kalabilme mücadelesidir; şerefinle, onurunla ve namusunla.” derken haksız mıdır derken haksız olabilir mi ve
bugün bu kelimelerin anlamını Google’dan arar  hâlde olsak dahi, hâlâ insan olunamaz mı?
Bir umut yok mudur?

Biz ki,
Tarih boyunca olduğu gibi, kendi kaderini belirleyebilecek ruha sahip bir milletin evlatlarıyız ve her daim doğru yolu gösteren rehberimiz de var.
Onu unutmadığımızı göstermek ve
​"Efendiler,
Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakikî rehber ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında rehber aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır.
​Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının gelişimini anlamak ve ilerlemelerini zamanında takip etmek şarttır." sözünden ilham almamız gerekmiyor mu?

Ondan yüzyıllar önce, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşamış mutasavvıf, düşünür ve bir eren olan; hoşgörü, insan sevgisi, birleştirici dil ve ilim ile ahlâkı merkeze alan öğretileriyle Anadolu'nun manevi ve kültürel kimliğinin şekillenmesinde çok etkili olan Hacı Bektaş Veli, insanlığın en sade, en derin özetini de yapmış...
Onun yolu “insan-ı kâmil” yolu yani, dış görünüş, şekil ya da taç-tacı değil de kalp ve ahlâkı esas alan
sözleri hâlâ geçerli, zira insanlığın ihtiyacı hiç değişmemiştir: Kendini bilmek, ilimle yürümek ve bir olmak.

​Unutma ki,
Hayatın, sahip olduğun nice vasıflarınla bir seçimdir ve içindeki “gerçek insan”la yüzleşmek zorundasın. Her adımında bir iz bırakmayı deneyebilir ve bir hakkı savunur,  bir umudu yeşertebilirsin de. Bilmelisin ki, hayatı paylaştığın insanların,  “adam gibi adamsın, iyi insansın" diye seslendiklerinde artık dünyayı taşıyacak kadar da güçlüsündür.

Bütün mesele, insanın bir amacı olmasında...


​SUAT UMUTLU / 02 Aralık 2025

*

Not;
Yazılarından ve paylaşımlarından esinlenilen gazeteci, yazar, akademisyen, siyasetçi ve tarihe ismini yazdıran filozof, düşünür ve bilim insanlarına teşekkür ve minnetle...


SUAT UMUTLU

2.12.2025 22:33:00

YAZARLAR


ADANA ŞALGAMI AB YOLUNDA

ADANA’DA GIDA ÜRETIMI YAPAN IŞYERLERİNDE DENETİM

Düzgün COŞKUN Yazdı/ EKOLDUN, HEP GÜLDÜRDÜN BU KEZ AĞLATIN!

Aydın SİHAY Yazdı/ ŞEHRİN RENKLERİ

ÇİFTÇİ TARLADAN ÜRÜNÜNÜ KALDIRAMIYOR

ENGELLİ BİREYLERİN EN TEMEL SORUNU ERİŞİLEBİLİRLİK

“DOZUNDA IÇILEN KAHVE, KANSER RISKINI AZALTIYOR”

DEMİRSPOR HAFTALAR SONRA PUANLA TANIŞTI

ADANA'NIN 15 MİLLETVEKİLİ VE PARTİLERİ

SEYHAN NEHRİ-1980'Lİ YILLAR

SARIÇAM’DA 5. ÂŞIKLAR ŞÖLENİ

SEYHAN’DA MOLOZ DÖKÜMÜ MÜCADELESİ

NİHAT GEVEN UNUTULMADI

BURGU VE TEKSTÜR YARIŞMASI

YAPAY ZEKÂ HAİN BİR ARKADAŞTAN DAHA DA TEHLİKELİ OLABİLİR!

KADIN GİRİŞİMCİ AKADEMİSİ EĞİTİMLERİ ADANA’DA

TESCİLLİ ADANA KEBABI USTALIK EĞİTİMİ