Herhangi bir üniversitenin stratejik planında açık bir dille işgallere karşı ilkeler vizyon veya misyon, mücadele stratejileri yer alıyor mu, belki bazen çok dolaylı olarak, ancak açık bir şekilde değil. Hatta tam tersi bir durum var, amaçlar içinde “bilgi toplumu” adı altında “Üstünlük kurmada bilginin yeri” ifade ediliyor. Yani bilgi akıl toplumu olmaktan doğa ve diğer insan veya toplumlar üzerinde egemenlik kurma kastediliyor. “Bilgi güçtür” olumlu anlamda değil üstünlük kurma ve yayılmacılık anlamında ifade ediliyor.
13 Haziran 2025 tarihi itibarıyla Ortadoğu ve dünya tarihinde bir büyük kırılma anı daha yaşanmaya başlandı: İsrail’in ABD ve hemen tüm Batı emperyalizminin desteği ile İran’a saldırdığı, İran’ın da balistik füzelerle İsrail’i vurduğu, asimetrik bir çatışma yaşanıyor.
Ana sorumuz bilginin, üniversitelerin, aydınlanmanın bu süreçlerde yeri ve rolü nedir? İster daha eski barbarlık ve kolonyalist sömürgecilik ister modern ve postmodern emperyalist yayılmacılık olsun bilimin, felsefenin, aydınlanmanın hem işgallerdeki hem de işgale karşı savaşlardaki yeri ve rolü nedir?
İşgaller sadece fiziki sahada değil aynı zamanda zihinsel işgaller sayılırsa, zihinsel dünyadaki işgaller nelerdir, bilim ve üniversitelerin bunda yeri rolü nedir, ne olmalıdır?
Bu saldırı çok daha gerilere giden bir sürecin bir ayağı, en azından 1980’lerde Sovyetlerin de dağıtılması ile azgınlaşan emperyalist yayılmacılığın 2025’lerdeki hali. Sovyetlerin, 1990’larda Irak ve Balkanların dağıtılması, ilk evrede sanki demokratikleşme gibi sunulmaya, ulusların kendi kaderini tayin gibi sunulmaya çalışılmıştı. İnsanlara farklı bir imge yaratılmaya çalışılmıştı.
Doğu blokunun çöküşüyle, Francis Fukuyama’ya göre (1989) “tarihin sonu” gelmişti, Soğuk Savaş ve ideolojik savaş bitmişti. Geriye Amerikan üslerinden başka seçenek kalmamaktaydı. Seçeneklerin sonu tarihin, tarihin sonu seçeneklerin sonuydu. Her yol Batıya, ABD’ye çıkacaktı, liberalizm tüm dünyaya refah getirecekti.
Bu tür söylemler, genel olarak postmodernizm söylemi altında, transhümanizm gibi söylemlerle, her şey göreceliymiş gibi, hakikat çağının aşıldığı gibi söylemlerle hem gerçek ve hakikat bulanıklaştırılarak safsataya hegemonyaya alan açılıyor hem de daha kötüsü dünya halkları özne olmaktan çıkarılıyor, yaşadığı dünyanın bir insanı, birer yurttaş olmaktan çıkarılıyor. Bunun göstergelerinden en öne çıkanı en üst bilim felsefe kuruluşu olan üniversitelerin durumu ve gösterdiği tavırdır.
İşgallere karşı, 11 Eylül 2001 sürecinde, Irak sürecinde, en azından Türkiye’de çok daha geniş bir duyarlılık vardı. Toplumun Hak-İş’ten Türk-İş’e ve DİSK’e, tüm odaları, tüm üniversite dernekleri, bir kısım hukukçu ve askerlerine kadar farklı kesimleri çok çeşitli imza kampanyaları, mitingler, mücadeleler düzenledi. Örneğin bu çalışmalardan biri de 2001 sürecinde A. Çubukçu editörlüğünde “Bilim Adamlarından Savaşa Karşı Yazılar” (2002, Evrensel Basımı) yayınıdır. Bu yazı ve makaleler bugüne göre çok daha fazla idi. Ancak kavram karışıklığı da vardı. “Savaş’a karşı” değil “işgale karşı” yazılar olmalıydı. Savaş ve işgal çok farklı şeyler. Kitabın başlığındaki savaştan kasıt yine de her tür işgal ve şiddet idi, bu anlamıyla da etkisi oldu. Böylece en azından Türkiye’nin işgale dahil olması engellenebilmişti, işgalciye karşı daha doğrudan bir mücadele ise zaten yapılamamıştı.
Türkiye’de AKP’nin iktidara taşınması ve FETÖ ve AKP üzerinden yürütülen üniversitelere, yargıya, orduya yönelik çok sert müdahaleler az çok böyle bir direncin kırılmasına yönelikti. Taraf, Samanyolu, Radikal, Yeni Şafak, Akit… hemen tüm yaygın ve yandaş medya kullanıldı. Bu kötülükte başarılı da oldular. Irak’ta aktif bir karşı duruş gösteren kamuoyu kırıldı, 2011’de Türkiye’nin Suriye’nin dağıtılmasına giden sürece aktif desteği sağlanmış oldu.
2001 ve devamında Afganistan ve hele de Irak’ta aklı başında hiç kimse işgali desteklemezken 2011 Suriye’nin dağıtılması sürecinde kafalar bulanıklaştırıldı, AKP ve FETÖ çevresinde pek çok akademisyen, gazeteci, yazarçizer, hatta geniş bir liberal kesim ektin bir şekilde işgalcilerden yana rol aldı.
Harvey (1997), her şeyin oyunlaştırıldığı, etiğin yerini estetiğin aldığı bir dünyada yaşıyoruz, diyordu. Estetik de değil, maddi fetihler/ para ve yayılmacılık tek değer haline geldi. Schopenhauer’in akıl değil, iradedir esas olan, akıl bir araçtan ibarettir dediği şey Nietzsche’de “iktidar iradesine” dönüşmüş, daha yüz yıl öncesinden paylaşım savaşlarında ikinci ve üçüncü dünyanın üzerine bir karabasan gibi çökmüştü. Bu çökme, yayılmacılık, işgal uygarlığı 2025’te de artarak sürüyor.
Yani Suriye işgalinin verilme ve algı yönetimiyle 2011 süreci bilimin, felsefenin, bilincin tümden ters yüz edilme sürecine örnek sayılabilir.
2023’ten bu yana Ortadoğu bölgesinde Suriye’nin toptan dağıtılması, eski terörist İslamcı Şara’nın başkan yapılması ve Lübnan dahil Batı destekli toptan saldırganlığın artışıyla birlikte, Batı’da olmasa da Türkiye’de çok cılız da olsa bir iki ders çıkarılma durumu var ama bunlar da bazı söylemlerle yine bulanıklaştırılmaya, fizikselden önce zihinsel işgaller artırılmaya çalışılıyor.
İnsan Felsefecisi Fenomenolog U. Nutku Sovyetlerin dağıtılması ve “postmodern” dönem diye adlandırılan 1970’lerden bu yana yaşananları kaygan zemin çapraz ilişkiler diye betimliyordu.
Güncel durumda, İsrail ve ABD eksenli İran’a yönelik saldırı ile birlikte bazı konular bazen bağlamından koparılarak bazen de çarpıtılarak kavramlar, terimler, zihinler yine bulanıklaştırılmaya çalışılıyor. Her birinin kendi içinde bir anlamı olmakla birlikte bu zihin bulanıklıkları işgalle ilişkilendirilme içerik ve biçimleri üzerinden yapılıyor: 1- İran’daki rejimin kötülüğü. Müslüman çoğunluğu olan ülkelerde insani demokratik sorun yumağı olduğu, 2-Hastalıklı yönetici kişilerin işgal ve savaşlara yol açtığı, bir kişilik sorunu olduğu, İsrail’de milliyetçiler ve Netanyahu, İran’da İslamcılar ve Hamaney’in, ABD’de Trump’ın hastalıklı kişiliklerinin bu işgallerden ve savaşlardan sorumlu olduğu, 3-Bilim teknoloji ilişkisi, bilimlerin gelişiminin teknolojik gelişimleri birlikte hızlandırdığı, bilimi teknolojisi üstün olanların üstün geleceği, 4-İşgal ile savaşın özdeş kavramlarmış gibi kullanılması.
1-İran’da rejimin, daha pek çok ülkede, hatta dünya genelinde olduğu gibi demokratik olmadığı açık, dinci olduğu açık ama bunun İran’ın işgaliyle ne ilgisi var? İsrail’de de dinci söylem her yere sızmış durumda. Bunlar ideolojik sorunlar, bir demokrasi sorunu olarak tartışılabilir, halkların demokrasi mücadelesine destek verilebilir, ancak işgalciye, emperyalist yayılmacılığa değil.
2-Hasta yöneticiler, hırslı yöneticiler, akıl sağduyudan uzak yöneticiler olduğu, bunun ABD dahil çok örneği olduğu açık. İşgallerin bu hastalıklı kişilerin karakterine indirgenmesi mümkün mü? Kapitalizm ve emperyalizm veya insan hakları ve demokrasi hasta kişilerden mi geçiyor, bu ana sebepleri kaçırmaya yol açar. Ne işgal hasta ruhlara ne de barış mücadelesi sağlıksız kişilere bağlanabilir. Etkileri çok uzaktan olur, bunlar birer kişi ve karakter meselesi değil, toplumsal meseleler.
3- Bilim ve teknoloji işgali sertleştirebilir veya savunma mücadelesini destekleyebilir. Ancak ne işgalin doğrudan sebebidir ne de savunmanın. İşgal de savunma da bilim felsefe temelinde, onların kılavuzluğunda yapılsa başka bir dünya olur. Çevre sorunlarından iklim sorunlarından yoksulluğa kadar pek çok sorun çok daha iyi yönde çözülebilir.
4-En büyük aldatmaca da iki karşıt durum olan, ancak işgal durumunda haklı olarak öne çıkabilecek savunmanın (BM belirlenimleri ile savunma ve savaş hakkının) işgalle bir tutulması, savunmanın da işgal gibi gösterilmesi. İşgaller bir ülkenin/ bir diğer ülkenin / ulusun kendi kaderini belirlemesine, toprak bütünlüğüne ve siyasal bütünlüğüne yönelik saldırılardır. Savunma ve savunmaya dayalı savaş ise bu durumu koruma ve gerçekleştirme halidir. Savunma savaşlarının üstünlük sağladığında sınırlanmaması, savunanın diğerinin haklarını ihlal etmesi, onun işgale dönüşmesi artık haklı sayılamaz, savunmanın ilkesi ilkeli oluşudur, en önemli ilkesi belirli belirlenimlerle sınırlı oluşudur.
Sebeplerle sonuçlar birbirine karıştırılıyor ve bunun üzerinden haklı olan haksıza indirgeniyor, haksız olan ya haklılaştırılıyor ya da böyle bir boyutu arka plana, görünmez duruma itiliyor.
Bilgi bilim olanı olduğu gibi gösterir. Ortadoğu halkları kimlerden oluşuyor, buna baktığımızda bile, Batının Ortadoğu’da bugünkü haliyle bulunuşu ve müdahaleleri zaten bu coğrafya ve halklara dışarıdan müdahale, çoğu kez de işgal yayılmacılık düzeyinde müdahalelerdir.
İşgal, fetih, yayılmacılık kim yapabiliyorsa onun hakkıdır diye bir ilke varsa veya insanın özünden deniyorsa, o zaman da bunları etik ahlaki konularmış gibi kimsenin sunma hakkı yoktur. O halde İran veya her ülkenin de nükleer yapma ve yayılma hakkı vardır.
Veya hiçbir ülkenin böyle bir hakkı yoktur, bunlar birer hak değildir.
Bir şeyin hak olup olmadığında bilim ve felsefe pek çok yönden analiz eder, sentezler, paradoksları gösterir, ancak nihai kararı veremez. Nihai karar insanlığın sağın bilincinde ve seçimindedir. Bunlar tüm insanlığın ereksel olarak karar vereceği, seçeceği şeylerdir. İnsanlık bu konularda sağın bilincinde işgale suç diyorsa herkes için suçtur, savunma hak diyorsa herkes için haktır.
İşgallere, dünyadaki pis kötü işlere dair bilim kişilerine, filozoflara, aydınlara, her insana ne düşer, diye sorarsak ana probleme yönelmiş oluruz. İşgallerde bilim ve üniversiteler nasıl bir rol alıyor işgale karşı savaşta nasıl bir rol alıyor?
Bilim ve felsefe insanlık ilkelerini nihai olarak belirleyemez ancak belirlenme sürecinde, dahası belirlenmiş ilkelere kimin uyup uymadığını bilme ve değerlendirmede an görev onundur.
İşgaller kötü insanın, kötü sosyal yapıların, kötüye yönelmiş partilerin ürünü, işgale karşı savaşlar iyisinin başarılması da yine ancak insan eliyle, iyi insanlarla iyi yapılarla iyiliğe yönelik fırka ve organizasyonlarla insan ürünü olmak durumunda.
Bilim ve felsefeye düşen işgalleri, işgallerin sebeplerini, işgal biçimlerini, işgalciyi doğru tanımlamaktır. İşgale karşı savunmanın ne olduğunu, savunma biçimlerini, savunanları, savunma mücadelesini doğru tanımlamaktır.
Bir kişi eğer bilim kişi ise çalıştığı konu ve dünyanın oluşu, mekanizmaları, sebepleri, ilkeleri, soy kütüğü, değişim dönüşümleri/ adaptasyonu üzerine mevcut problemleri ve bilgileri bilerek en azından bir yönüyle ilgili de bilgiyi, hesabı, düşünceyi ilerleten, olası çözümlerini de görebilen, en azından bunları hesaplayıp tartabilen önerebilen bir kimlik kişiliktir, bilim, felsefe, aydınlanmanın böyle bir işlevi, böyle etkileri rolleri vardır.
1-Olanı bilim; 2-Olanakları/ olabilecekleri bilim, mantık, felsefe; 3-Olması gerekenleri bilim, mantık, felsefe, etik/siyaset, 4-Metodolojisi teknolojisi stratejisi, pratiği bunlara bağlı olarak oluşur.
Gerçek bilgi, doğru akıl, mantık, hesaplama ve düşünme, iyi düşünme, iyi isteme ve iyi istenç, bir şeyin iyi istençle iyi bir şekilde olup olmadığını tanımlamak, neyin işgal neyin savunma olduğunu tanımlamak bilim, mantık, felsefe işidir, tüm bunlar her kişi ve her halkın hakkıdır. Neyin seçileceği ve neyin mücadelesinin verileceği, salt teori değil yanlışın düzeltilmesi tüm kişi ve halkların görev ve sorumluluğudur.
Böyle bir çatışma durumunda; bilimden, mantıktan, felsefeden en temel ve asgari beklenti yeni ilkelerden önce mevcut ilkeleri kimin ihlal edip etmediğinin, bunlara kimin uyup uymadığının, kimin işgalci kimin savunmada olduğunun ortaya koyulması, bu bilgi ve düşüncelerinin açık yüreklilikle cesaretle arkasında durmasıdır.
İşgale karşı mücadele, ilkelerin daha ilerletilmesi ve gerçekliğe dönüştürülmesi ise tüm kişi ve halkların mücadelesinden geçmektedir, salt bilim kişilerinden filozoflardan değil. Ancak her kişi ve halkın birer bilim kişisi ve filozof olması da yine bir insanlık idealidir.
Arendt’e göre (1997), silahlanma yarışında amaç olarak “caydırıcılığın” ileri sürülmesine karşın, “Hiçbir siyasal amaç, bu araçların yıkıcı potansiyeline sahip olamamaktadır”. “İçlerinden birisi kazanırsa ikisinin de sonu olacak” (…) Bu, daha önceki hiçbir savaş oyununa benzemeyen bir oyundur “rasyonel” amacı zafer değil, caydırıcılıktır. Dahası, silah yarışı artık savaşa hazırlık değildir ve ancak barışın en iyi güvencesinin daha çok caydırıcılık olduğu gerekçesiyle haklı kılınabilir. Bu durumun içerdiği gözle görülen yılgınlıktan kendimizi nasıl kurtaracağımız sorusuna verilecek yanıt yok.”
Bilim ve felsefe kötü etkileri ve kötü sonuçları olana kötü der. Bunu demiyorsa zaten gerçeği ve hakikati söylemiyor demektir, ona da bilgi felsefe denemez, ancak yalan, safsata, kötü propaganda denir.
Silahlanma kötü etki ve sonuçlara yol açıyorsa kötüdür.
Tam da her tür silahlanmanın aynı zamanda tüm dünyada ortadan kaldırılması gerekiyor. Her ne kadar savunma ile gerekçelendirilse de işgalleri bir yana bırakalım savunma amaçlı silahlanma da sonuçta insanlığın varlığını tehdit ediyor. En fazla ve en etkili silahı olanlardan başlanarak tüm silahlanmanın ve orduların yasaklanması insanlığın bir ideali olarak öne çıkarılmalı, hep birlikte bunun mücadelesini vermeliyiz.
Somut durumda İsrail ve ABD yayılmacılığının, her tür yayılmacılık ve şiddetin karşısında durmalıyız, hangisi olursa olsun halkların özgürlük ve ülkelerin bağımsızlıklarını desteklemeliyiz.