"Kapını tüm yanlışlara kapatırsan, doğru da giremez içeri." R. Tagore
İnsan düşüncesinin karmaşık doğası, bizi çoğu zaman yanlış yollara sürükleyebilir. Düşünme hataları, doğru olduğunu sandığımız anlarda bile bizi yanıltabilir, ki bu hataların en önemlilerinden biri, “doğrulama eğilimi ”dediğimiz yeni bilgileri yalnızca mevcut inancımıza uyanları kabul ederken çelişenleri reddetme eğilimimiz...
Toplumda bu düşünme hataları, tarihsel, kültürel ve sosyal dinamiklerle birleştiğinde ise hem kişisel hem de toplumsal düzeyde derin etkiler yaratıyor, yaralar açıyor.
Mesela, siyasi kutuplaşmadan önyargılara, eğitim eksikliğinden bilgi kirliliğine kadar pek çok alanda kendini gösteren bu durum, gerçeğe ulaşılmasını da zorlaştırıyor.
Yaşadığımız sıkıntılar ortada iken bu hataları neden yapıyoruz? Buna ne sebep oluyor, nasıl tezahür ediyor? Daha da önemlisi, bundan kurtulmak mümkün mü?
Hepimizin dünya, hayat, insanlar, doğa, politika, din ya da ekonomi hakkında görüşleri elbette ki vardır ve bunları genellikle kesin doğru kabul ederiz. Ancak, bu görüşlerimize uymayan delillerle karşılaştığımızda, bunları görmezden geliyoruz ya da tamamen reddediyoruz, hatta doğru olsalar bile...
İşte bu, doğrulama eğiliminin ta kendisi ki bizde bu eğilim, siyasi kutuplaşma ve taraftarlıkta açıkça görülüyor;
İnsanlar, destekledikleri parti ya da liderin her kararını doğru kabul ederken, aksi yöndeki delilleri ve gerçekleri, mesela bir liderin hatalı politikası veya ekonomik bir başarısızlığında, “dış güçler” gibi gerekçeyle reddedebiliyorlar, ki bu sağlıklı tartışma kültürünü engelliyor, kutuplaşmayı derinleştiriyor ve de ortak akıl arayışını zorlaştırıyor.
Medya da bu eğilimi körüklüyor;
İnsanlar kendi dünya görüşlerine uyan haber kaynaklarını takip ederken, diğerlerini “yandaş” ya da “yalan” diye etiketliyor. Sosyal medyada, özellikle X gibi platformlarda, insanlar kendi görüşlerini destekleyen paylaşımları yayarken, aksi bilgileri görmezden geliyor ya da trolleme ile susturuyor.
Neticede, bilgi kirliliği artırıyor ve gerçek yerine “algılar” tartışılır hale geliyor.
Toplumsal önyargılarda doğrulama eğiliminin bir başka yansıması;
Farklı etnik, dini veya kültürel gruplara dair genel yargılar, kişilerin kendi gruplarını yüceltirken diğerlerinin ötekileşmesine yol açıyor yani toplumsal ayrışmayı körüklüyor, empatiyi azaltıyor ve birlikte yaşama kültürünü de zedeliyor.
Benzer bir durum ekonomik kararlarda da söz konusu; insanların kısa vadeli kazançları destekleyen bilgilere odaklanıp, uzun vadeli riskleri göz ardı edebiliyor olması gibi..
Tüm bunların temelinde yatan sebepler olarak; cehalet, çıkar ve statü koruma içgüdüsü, itaat ve biat, dogmatik düşünce yapısı, alışkanlıklar,siyasi kutuplaşma ve taraftarlık gibi birçok faktörleri sayabiliriz..
Biraz genişleterek;
Doğrulama eğiliminin en güçlü tetikleyicilerinden biri cehalettir ki bizdeki eğitim sisteminin ezberci yapısı, eleştirel düşünceyi teşvik etmek yerine otoriteye itaati ve mevcut anlatıları kabul etmeyi öğretiyor olması da kişilerin alternatif görüşleri değerlendirme becerisini zayıflatıyor hatta anlatılanların sorgulanmadan kabul edilmesine yol açıyor.
İmam Şafii’nin şu sözü ise bu durumu çarpıcı bir şekilde özetliyor;
“Kırk âlimi bir delille ikna ettim, kırk delille bir cahili ikna edemedim.”
Cehalet, bireyleri delillere kapalı hale getiriyor ve nesillerin biat etmeye yatkın bir topluma dönüşmesine neden oluyor.
Gerçekten, Gürcan Banger 'in dediği gibi; "Sosyal kültür olarak yandaşlığın kalite ve liyakatten daha fazla öne çıktığı bir çağı yaşıyoruz."
Çıkarlar da bu eğilimi besliyor. Türk toplumunda, kolektif kimlik ve aidiyet duygusu, bireylerin kendi gruplarının –siyasi parti, ideoloji, etnik veya dini cemaat– çıkarlarını koruma içgüdüsünü güçlendiriyor.
Dogmatik düşünce yapısı, özellikle dini, siyasi veya kültürel konularda belirgin; insanlar “bizimkiler”in inançlarını mutlak doğru kabul ederek aksi kanıtları reddediyor. Oscar Wilde’ın ifadesiyle, “İnanmak istemeyeni hiçbir mantık inandıramaz.”
Alışkanlıklar da bu eğilimi pekiştiriyor. Aristophanes’in yengeç metaforunda olduğu gibi, “Bir yengece doğru yürümesini asla öğretemezsiniz.”
Türk toplumunda, geleneksel değerler ve yerleşik düşünce kalıpları, bireylerin yeni fikirlere kapalı kalmasına ve “bizimkiler”in doğruluğunu koruyan bilgileri tercih etmesine yol açıyor.
Son olarak, kolektif kimlik ve aidiyet duygusu, bu eğilimi daha da güçlendiriyor. Rabindranath Tagore’un dediği gibi, “Kapını tüm yanlışlara kapatırsan, doğru da giremez içeri.”
Türkiye’de, kişiler aile, mahalle, parti ya da millet gibi “bizimkiler”i koruma içgüdüsüyle hareket ederken, aksi kanıtları reddetmeye yatkın ve bu, empatiyi zorlaştırıyor ve toplumsal ayrışmayı derinleştiriyor, ki bu dinamiklerin toplumsal sonuçları da oldukça ağır oluyor;
Siyasi, etnik ve kültürel konularda “bizimkiler” ve “onlar” ayrımı, kutuplaşmayı artırıyor ve diyalogu engelliyor.
Cehalet ve dogmatik düşünce, insanları otoriteye sorgusuz itaate yönelterek biat kültürünü güçlendiriyor.
Alışkanlıklar ve kolektif kimlik, yenilikçi fikirlerin benimsenmesini zorlaştırarak toplumsal ilerlemeyi yavaşlatıyor.
Çıkarlar ve cehalet birarada iken sahte haberlerin ve manipülasyonun yayılmasını kolaylaştırıyor, bilgi kirliliğini de artırıyor.
Peki, bu döngüden çıkmak mümkün mü?
Elbette çözüm var, ki kişilerin ve toplumun kendi görüşlerini sorgulama cesaretini göstermesi gerekiyor,Prof. Dr. Cihan Dura’nın da vurguladığı gibi(*), "insan kendi inançlarının doğruluğunu sorgulamalı, hatta onları yanlışlamaya çalışmalıdır."Yani yanlışlamayı başaramadığı zaman, görüşlerinin doğruluğundan emin olabilir, ki bu doğrultuda, toplumda doğrulama eğilimini kırmak için bazı adımlar atılabilir;
Mesela, ilk olarak, eğitim sisteminde reform ile müfredat, eleştirel düşünceyi ve sorgulamayı merkeze alarak öğrencilere “neden” ve “nasıl” sorularını öğretebilmeli...
İkinci olarak, medya okuryazarlığı artırılmalı ve insanlar bilgiyi sorgulamayı ve sahte haberleri ayırt etmeyi öğrenebilmeli...
Üçüncü olarak, diyalog platformları oluşturulabilir ve farklı gruplar arasında empati ve tartışma ortamları kurularak önyargılar kırılmalı...
Son olarak, Tagore’un sözünü hatırlayıp kapıyı açmalı, yani kendi inançlarını yanlışlamaya cesaret edebilmelidir...
Ancak bu şekilde, toplum olarak gerçeğe daha yakın bir anlayışa ulaşabiliriz, kutuplaşmayı azaltabiliriz ve ortak aklı inşa edebiliriz, diye düşünüyorum...
Mark Twain’in dediği gibi, “Söz konusu kendimiz olunca, gerçekler bizi pek ilgilendirmez.” Ancak, Mustafa Kemal Atatürk’ün şu sözü bize yol göstermiyir mu?
“Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için en hakiki mürşit ilimdir, fendir.”, ki gerçeğe ulaşmak için ilim ve akıl rehberimiz olmalı, kendi “gerçeklik” balonlarımızdan çıkarak doğruyu aramalıyız.
Son bir not, sanki hızlı değişimlere ayak uydurmakta zorlanan toplumsal bir yapımız var ve bu da yeni bilgilere karşı direncimizi de artırıyor! , ki doğrulama eğilimi ya da yanlılığı dediğimiz de kasıtlı aldatmadan ziyade otomatik, kasıtsız stratejilerin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.
Ne dersiniz?
._
Yazan: Suat Umutlu
Tarih: 02 Haziran 2025
(*)Prof. Dr. Cihan Dura'nın "İNANMAK İSTEMEYENİ HİÇBİR MANTIK İNANDIRAMAZ " başlıklı yazısı...
Gerçeği Arayış, Galeati Yayıncılık, Ankara, 2021, (Bölüm: 8.8 )
https://www.facebook.com/share/p/16KeXJsDyo/