Emek, “insanın fiziksel, zihinsel gücünü ortaya koyarak üretime katkı sunduğu en temel değer” diye tanımlanır. İçine felsefe girecek olursa da “değer üretme eylemi” olarak karşımıza çıkar!Ancak “üretilen değere” karşılık toplumun gelişimi, ekonominin sürdürülebilirliği,gönencin dağılımı konuları hep karmaşada bırakılmıştır!Büyük ölçüde emeğin karşılığının ne olacağınailişkin uygulamalar patronların istemi doğrultusunda gerçekleşmiştir. Bugün Türkiye’de, emeğin hak ettiği değeri bulup bulmadığını sorgulamak kaçınılmaz bir gereklilik durumagelmiştir.
İktisatçı Mahfi Eğilmez, son yazısında Türkiye’de sabit gelirli çalışanların açlık sınırının altında bir gelirle yaşamaya çalıştığını belirterek, ekonomik göstergeler üzerinden önemli bir değerlendirme yaptı. Tunç Kanunu çerçevesinde ücretlerin zamanla en düşük geçim düzeyine doğru yöneldiğini vurgulayan Eğilmez, asgari ücretin açlık sınırının altında kaldığını, yoksulluk sınırına yaklaşmaktan uzak olduğunu vurguladı.
***
Ülkemizde ücretlerin gerçek alım gücü hızla eriyor. İstatistikler, ekonomik göstergeler, emeğin karşılığının yalnızca geçim sınırına çekildiğini değil, açlık sınırının altına düştüğünü gösteriyor. Bir kişinin yalnızca gıda masrafını karşılayabilmesi için açıklanan açlık sınırı, net asgari ücretin üzerindeyken, kira, sağlık, eğitim gibi temel gereksinmeleride içine alan yoksulluk sınırı bu tutarın neredeyse dört katı düzeyinde. Bu koşullarda çalışanlar, yalnızca yaşamda kalmaya odaklanıyor; geleceğe ilişkin umutlarını ise her geçen gün biraz daha yitiriyor.
Mahfi Eğilmez'in ele aldığı Tunç Kanunu, ücretlerin zamanla en düşük geçim düzeyine yöneldiğini belirtiyor! Ancak Türkiye'de gelinen noktada bu ekonomi teorisi bile yetersiz kalıyor. Emeğin gerçek değeri, ekonomik sistemde giderek törpüleniyor! Ücretli çalışanın eline geçen aylık, “en düşük geçim düzeyi” olarak da tanımlanamıyor! Çalış, değer üret, emek harca; ancak aç kal, gereksinmelerini karşılayama…
***
Gelinen noktada, ücretli çalışanlar yalnızca yaşamlarını sürdürebilmek için uğraş verirken, geleceğe ilişkin; bir köşede birikim yapmak, ev/ araba almak, sıkışık günlerde önüne koymak her geçen gün daha da zorlaşıyor! İnsan yaşamını devam ettirebilmenin ötesinde, insanca yaşamak için gerekli olan koşullar artık düşünemiyor bile. Kiralar uçmuş, temel tüketim ürünleri erişilmez olmuş, sosyal/ kültürel yaşam ücretli çalışan için neredeyse olanaksız duruma gelmiş! Üstelik bu tablo, yalnızca asgari ücretle çalışanları değil, beyaz yakalıları, akademisyenleri, mühendisleri, doktorları da, tüm bunların önünde de emeklileri kapsıyor. Ekonomi, emeğin değil, anaparadarın çıkarına şekillenirken, çalışan katman giderek daha büyük bir çıkmaza sürükleniyor.
***
Bu tablo karşısında şunu sormalıyız: Bir toplum, yalnızca yaşamda kalmak için mi çalışmalı, yoksa insanca yaşamak için mi? ekonomik sistem, emeği yalnızpatronu büyütecek/kazandıracak etmen olarak görmeyi sürdürdükçe, çalışanın yaşadığı bu çıkmaz giderek derinleşecek. Çalışanlar barınma, gıda, sağlık, eğitim gibi temel gereksinmelerini karşılamakta zorlanacak, geleceğe ilişkin yatırım yapmak, birikim oluşturmak, sosyal yaşamın bir üyesi olmak giderek olanaksızlaşacak.
Türkiye’de bugün geldiğimiz noktada Tunç Kanunu anlam bakımından yetersiz kalıyor; çünkü ücretler artık yalnız geçim sınırında değil, açlık sınırının altına itilmiş durumda. Emeğin değeri, yalnızca üretim odaklı olarak değil, insanca yaşamak için gerekli koşullar üzerinden olduğu unutulmuş durumda!
Giderek daralan ekonomik çemberin içinde, çalışan için gelecek planı yapmak düşlerde görülebilir ancak!Emeğin karşılığının yalnızca zorunlu gereksinmeleri karşılamak için bile yetmediği bir düzen sürdürülebilir olmaktan uzak! Emek, yalnızca üretmekle değildir, insanca yaşama hakkını da sağlamalıdır! Gerçek çözüm, emeğin hakkını teslim eden, üretimi, çalışanı koruyan politikaları yaşama geçirmekten geçmektedir.