 
        Yemen’de savaş, karargahta toplantı vardı. Genç subaylar heyecan içinde. Biraz sonra hangi cepheye gideceklerini öğreneceklerdi. Bazıları evli. Geride bir genç eş bırakacak. Bazıları sevdalı, ardında bir sevgili bırakacak. Bazıları aileleriyle vedalaşacak. Hepsi geriye dönüşü değil, ardında bırakacaklarını düşünmekteydi.
Derken, “Dikkat,” diye bir ses ve hepsi ayağa kalktı. Gelen subay kimin hangi cepheye gideceğini ve İstanbul’dan kafilenin ayrılacağı tarihi söyledi. Herkes birbiriyle vedalaştı.
Kemal’in vedalaşacak kimsesi yoktu. O da İstanbul’la vedalaşmak istedi. Ayakları onu sahilde bir yere götürdü. Bir banka oturdu ve dalgaları seyretmeye başladı. Bir süre sonra, karşıdan gelen kırmızılar içinde bir genç kız dikkatini çekti. Genç kız, yanından geçerken göz göze geldiler. Ne kadar sürdü o bakışma bilinmez. İkisi de bir tuhaf olmuştu. O ana kadar hiç hissetmedikleri şeyleri hissediyorlardı.
Genç kız ayrılırken dadısına, "Yarın yine aynı saatte burada yürüyüş yaparız değil mi," diye sordu. “Elbette kızım,” dedi dadısı. Kemal mesajı almıştı. Akşam olmuş, yatağa girmiş ama gözüne uyku girmiyordu. Ancak sabaha karşı uyuyabildi.
Nihayet, beklenen saat geldi, Kemal adeta uçarak gitti ve aynı banka oturdu. "Görünürde kimse yok," diye düşünürken, genç kız uzaktan göründü. Tam Kemal’in önünden geçerken mendilini düşürdü. Aldı Kemal mendili. İçinde bir not vardı. Yarın bir yerde konuşmak istiyordu. Bütün dünyalar Kemal’in olmuştu. Ama yarın nasıl olacaktı.
Geçmeyen zaman mı var? Mümkün mü zamanı durdurmak? İşte, karşı karşıyaydılar.
Kendilerini tanıttılar birbirlerine. Şükran’dı kızın adı. Paşa kızıydı. Sonra konuştular, konuştular, konuştular. Bu buluşmalar ayrılık gününe kadar sürdü. Artık vedalaşma zamanı gelmişti. Sarıldılar birbirlerine ama birbirlerini bir türlü bırakamıyorlardı. Kemal Şükran’ın kulağına, "Odanda bir lamba yak ki, haber almak istediğimde veya geldiğimde beni beklediğini anlayayım," diye fısıldadı. Genç kız: " O lamba her gece yanacak. Seni sonuna kadar bekleyeceğim,” dedi.
Kemal, Yemen'e ulaşmıştı. Çok sert çatışmalar oluyor, her gün biraz daha azalıyorlardı. Aradan bir yıl geçti. Arkadaşlarından biri İstanbul'a görevli gidip gelecekti. Bir mektup yazarak arkadaşına verdi ve köşkü ona tarif etti. "Akşam bak, odada bir lamba yanıyorsa, bekliyordur. Bu mektubu ona ulaştır," diyerek mektubu tanıştıklarında Şükran’ın düşürdüğü mendilin içine koydu.
İstanbul'da işlerini bitiren arkadaşı, Kemal’in tarif ettiği yeşil köşke gitti. Lamba yanıyordu. Mendili Şükran’a verdi. Şükran aldı mendili, göz yaşlarıyla okudu. Mektup şöyle bitiyordu:
Yanıyor mu yeşil köşkün lambası, yar?
Hiç bitmiyor şu gönlümün kavgası, yar?
Benim yarim kırmızı gül goncası, yar?
Hemen karşılığını yazdı ve sevgilisinin arkadaşına verdi. Diyordu ki
Ay gibi parlak, gün gibi doğanım geliyor.
Cepkeni kırmalı, saçları sırmalım geliyor.
Aba da bir, çuha da bir giyene yâr.
Güzel de bir, çirkin de bir sevene yâr.
Canım kurban olsun kıymet bilene yâr.
Arkadaşı Kemal’e mektubu ancak bir ay sonra ulaştırabildi. Aldı mektubu Kemal, arkadaşlarına görünmeden göz yaşlarıyla okudu. Anlamıştı sevgilisinin ne demek istediğini: “Ne zaman gelirsen gel. Seni bekleyeceğim.”
Ordu eriyordu. Geriye çok az asker kalınca, çekilme kararı alındı. Sağ kalanlar trenle İstanbul’a gönderildi. İstanbul'a geldiklerinde müthiş bir fırtına çıktı. İki gün kaldıkları yerden çıkamadılar. Fırtınanın dindiği akşam koşarak gitti yeşil köşke. Lamba yanmıyordu. Köşkün bitişiğinde bir faaliyet vardı. Dinlemeye çalıştı konuşulanları. Keşke duymasaydı. Yapılanlar düğün hazırlıklarıydı. Çıldırdı adeta ve ilk kafileyle tekrar cepheye döndü.
Oysa gerçek bambaşkaydı. Yeşil köşk, fırtına sebebiyle bir yangın atlatmış ve köşkün lambaları iki gün yanmamıştı.
Kemal cepheye döndü ama ilk çatışmada şehit düştü. Cebinden mektupları ve bir not çıktı.
Yeşil Köşkün lambası artık yanmıyor.
Ruhum bedenimde artık durmuyor.
(Hüzzam Makamında bir İstanbul türküsü bu. Eserin sahibi bilinmiyor. İsterseniz siz hikayenin devamını hayal dünyanızı kullanarak tamamlayın.)