​YAZIK O MİLLETE Kİ…(1)

​"Evrende en büyük ziyan, sorgulama yeteneğini yitirmiş bir beyindir." Albert Einstein

​"Evrende en büyük ziyan,
sorgulama yeteneğini
yitirmiş bir beyindir."
Albert Einstein

​Değerli Okurlar,
​"Dünün hatırası ve yarının düşü olan bugün,"
İnsanın, toplumun ve devletin vicdanına seslenen, dünyaca ünlü bir şair, bir filozof ve bir ressamdan söz edeceğim.¹

​O, bir toplumu çürüten temel hastalıkları; bağımlılığı, ahlaki körlüğü, korkaklığı ve bölünmüşlüğü, tüm çıplaklığıyla yüzümüze çarpan, bir felaket tellallığı değil de bir teşhiste bulunan ve "yazık o millete ki" diyerek çizdiği portreyle, kendi potansiyelini inkâr edip konforlu bir uyuşukluğu seçen toplulukların ahval ve şeraitini gözler önüne seren biri...

​Yaşamın anlamı üzerine şiirsel bir dille yazdığı ve bilgelik dolu bir kitabı var. Adı The Prophet yani "Ermiş”...

​Adeta, ruhsal bir rehber gibi ve her sözünde, insan yaşamının bir yönünü felsefi bir bakışla ele alan, evrensel bir insan sevgisi var.

​Amacı, okuyucuyu bir dine ya da ideolojiye değil de kendine ve sevgiye yönlendirmek, insanın kendine ve insanlığa yabancılaşması ya da ahlaki çürümesinin karşısında vicdanın ve sevginin direnişini sunmak diyebiliriz.

​Eserinde,
El Mustafa adlı kişinin, yıllarca yaşadığı Orphalese Kentinden doğduğu yere dönmek üzere gemiyi beklerken, kendisini uğurlamaya gelenlerin yaşamla ilgili sorularına verilen derin ve zamansız cevaplar var.

​Şöyle ki;
​"Yazık o millete ki², dokumadığı şeyi giyer, ekip biçmediğini yer, hasat etmediği tohumun ekmeğiyle beslenir, kendi cenderesinden çekmediği bir şaraptan içer.

​Yazık o millete ki, zorbayı bir kahraman gibi alkışlar ve gösterişli fatihi hayırsever sanır.

​Yazık o millete ki, rüyasında küçümsediği tutkuya uyanıkken boyun eğer.

​Yazık o millete ki, sesini sadece cenaze törenlerinde yükseltir, sadece yıkıntılar arasında kibirlenir ve sadece boynu kılıçla kütük arasındayken başkaldırır.

​Yazık o millete ki, devlet adamı bir tilki, filozofu
bir hokkabaz, sanatı yamama ve taklit sanatıdır.

​Yazık o millete ki, yeni hükümdarını borazan
sesleriyle karşılar ve bir sonraki hükümdarını da
borazanlarla karşılamak için, onu yuhalayarak uğurlar.

​Güçlü adamları henüz beşikteyken, bilgeleri yıllarca susturulan o millete yazık!

​Ve her parçası kendini bir millet sanan, o bölünmüş millete yazık!.."

​Diyorum ki;
O'nun söylediklerinden ders alır mıyız?
​Mesela, "Bağımlılık ve Tembellik Üzerine" olan,
"Yazık o millete ki, dokumadığı şeyi giyer, ekip biçmediğini yer, hasat etmediği tohumun ekmeğiyle beslenir, kendi cenderesinden çekmediği bir şaraptan içer." sözü anlamlı değil midir?

​Elbisesini yabancıların dokuduğu,
ekmeğini yabancıların pişirdiği insanları düşünün derken sadece ekonomik bir sömürü eleştirisini değil, zihinsel ve ruhsal bir tembelliği, yaratıcılıktan ve üretimden kopuşu dile getirmiyor mu?

​"Çalışmak, sevgiyi görünür kılmaktır... Eğer sevgiyle değil de isteksizce çalışıyorsanız, çalışmayı bırakıp tapınağın kapısında oturmalı ve sevgiyle çalışanların sadakasını almalısınız." diyerek çalışmanın kutsallığını hatırlatmıyor mu?

​O, çalışmayı bir angarya değil, kişinin evrene kattığı bir imza, bir yaratım eylemi gibi görüyor ve sadece tüketmek ve bağımlılık için değil, ancak ve ancak var olmak için sevgiyle üreten çalışanların, milletlerini bu "dokumadığını giymekten" kurtarabileceğini, gerçek ve sağlıklı bir milletin ise insanların benliğini ve onurunu korumasıyla mümkün olabileceğini, yoksa birbirinin gölgesinde büyümeye çalışanlar, "bölünmüş" ve "bodur" kalmaya mahkumdur, diyerek de ders veriyor.

​Gerçekten, kendi fikrini üret(e)meyen, kendi kültürünü, kendi değerlerini yarat(a)mayan ama başkalarının ürettiğini "giyen" ya da "yiyen"lerin, kendi benliğini kaybetmiş bir tüketici kalabalığına dönüşeceği gerçeğiyle yüzleştiriyor ki, bu bir toplumun trajedisi olsa gerek...

​Biliyorum ki,
O'nun bu feryadı tanıdık geldi ve dünün gazete manşetlerine bakılarak yazılmış yaşamımızın ta kendisi dediniz.

​O'nun evrensel eleştirilerini alıp Türkiye'nin kendine özgü tarihsel, sosyal ve ekonomik koşulları, mesela küresel kapitalizmdeki yeri, geç modernleşme süreci vb. içinde derinlemesine bir analizi yapmadan, sorunları daha çok bireysel ahlak ve tercihlere indirgeyerek, biraz ironik, biraz mizahî ve biraz da düşündürücü serzenişle ama salt hazıra alışmışlığın portresini göstermek, hatta bize "el", bize uzak olmalı dediklerimizi de misalen zikrederek "Ahmet Bey'in Hikâyesi"³ ile devam edelim istiyorum. Elbette ki, tartışıl(a)mayan zevkinize ve renginize göre değişebilir bir hikaye...


Okuyalım,

​"Sabah 07.00’de Casio saatinin alarmıyla uyanan Ahmet Bey, Puffy yorganını itip Hugo Boss pijamalarını çıkardı ve Adidas terliklerini giydi. Banyoda Clear şampuan ve Protex sabunuyla duş alıp, Colgate ile dişlerini fırçaladıktan sonra BRAUN ile saçlarını kuruttu, Bill’s gömleğini ve Pierre Cardin takımını giyerek işe hazır hale geldi.

Demlenen Lipton çayını Sony televizyondaki haber özetleri eşliğinde içti. ​Citizen kol saatine bakıp ailesine “bye” dedikten sonra LC Waikiki montunu, Puma ayakkabısını giyip Samsonite çantasını alarak Hyundai otomobiline bindi ve yolda Blaupunkt radyosunda rock müzik dinlerken ağzına bir Polo şeker attı.

​Şehrin göbeğindeki Mega Center’daki ofisine vardığında, Toshiba bilgisayarında Microsoft Excel’i açtı. Ofisboy’dan istediği Nescafe’yi yudumlarken, bir yandan da iPhone telefonundan Facebook, Instagram ve X'ten gelen mesajlarını kontrol etti.

Saat 10.00’a doğru açlığını Grissini ile bastırdı, öğle arasında ise Wimpy’s Fast Food’da ayaküstü bir hamburger ve Coca-Cola tüketti. Üzerine bir Camel sigarası yakıp gazetesine göz attı.

​Akşam iş çıkışı Image Bar’a uğrayıp JB’sini yudumladı, ardından Shopping Center’da eşi Münevver ile buluştu. Birlikte Ariel deterjan, Ace çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kâğıdı, Sprite gazoz ve Johnson kolonya gibi ihtiyaçları aldılar; ödemeyi Bonus kartıyla yaptı.

Sonra Galleria’ya geçip showroom’ları gezdiler ve çocuklara Kinetix ayakkabı ile Lee Cooper blue jean alırken bu kez eşinin Visa kartını kullandılar.

​Ahmet Bey, akşam evde Nestlé mısır gevreği yerken gazetenin verdiği TV Guide’a göz attı. Köşedeki dev Samsung TV'de First Class, Top Secret, Paparazzi gibi programlar arasında zapping yaparken, eşi Outdoor dergisini karıştırıyor, çocukları ise Lego oynuyordu.

​Yatma vakti gelmişti, zira sabah yine o alarm çalacaktı: Zııır!

​Ahmet Bey, bu kadar “yorgunluğun!” ardından televizyonu kapatıp mutlu bir gülümsemeyle, “Ne mutlu Türk’üm diyene!” diyerek yatağında uykuya daldı."


​Değerli Okurlar,

Elbette ki, ​Ahmet Bey'i modern insanın portresi, bağımlı bir yaşamın ironik sembolü ve kültürsüzleşmenin, kimliksizleşmenin, konforla uyuşturulmuş bir varoluşun kahramanı gibi göstermek değil niyetimiz.

​Hâlâ uyuyor ve ne zaman uyanacağı da belli olmayanlara bir sözümüz olsun, “Yazık o millete ki…” denilmesin diyerek sorgulayalım istedim. Yoksa düşün(e)meyen, üret(e)meyen, sadece tüketen bir millet! ve yaşıyor gibi yapan milyonlarca Ahmetler, Mehmetler!...

​Toplumun bir anlamda ahlakî anomiye sürüklenmesi, insanların “başkası olma” telaşı ve “kendisi”ni kaybediyor olması yanında
idare edenlerin de duyarsızlığı karşısında adeta eloğlu duyuyor da biz duymuyoruz gibi...

​Semra Şahin⁴ köşe yazısında diyor ki;
​"Uyanış, geçmişte yaşadığın her şeyin seni sen yapan yolun harfleri gibidir. Her deneyim, seni bugün olduğun hale getiren pusulan olmuştur.

Belki şimdi o anları anlamıyor ve sürecin acısını derinden hissediyorsun. Ama bir gün, bütün bu çektiğin her şeyin aslında senin lütfun olacağını fark edeceksin.

Sürecin içinde bazen görünmeyebilirsin; duyguların yoğunlaştıkça mantık geri planda kalır ki, ​işte tam o an, mantığın devreye girmesiyle ruhun uyanmaya başlar. Artık gözün sadece görülenleri değil, öndeki anlamı da okumaya başlar. Sözdeki, gözdeki ve özdeki her şey senin içsel pusulanla bir olmaya başlar. O an algıların uyanır, fark eder ve kabul edersin.
​Olana da, olmuş olana da “eyvallah” dersin. Ruh işte o zaman özüne dokunur; gerçekten ne olduğunu, kim olduğunu görür.

​Zira gerçek keşfi, sana ilk başta karanlık gibi görünen ama aslında aydınlatan süreçlerde bulursun.
​Fark eden ol. Kabul et ki her şey senin hayrına ve en iyi halinle buluşman için yaşansın..."

​Yine Gökhan Özcan'ın⁵ dediği gibi,
"​Belki de, kendinden bihaber, aynaya baksa kendini göremeyen, dünyanın bütün bilgisine birkaç tuşla ulaşabilen ama kendisi hakkında hiçbir şey bilmeyen hatta kendisinden uzaklaştıkça yaşamı anlamayı marifet! sayanlar olduk.

​“Dışa bakan düş görür, içe bakan uyanır.” demiş Jung⁶...

Gerçek değişim, insanın kendi karanlığını tanımasıyla başlar ama iç sesinden korkan, hayatı anlamak yerine ondan kaçan bir çağın insanları olduk da haberimiz mi yok!...

​Oysa,
içimizde dünyadan çok daha geniş bir âlem var. Orada sıkıntılardan çok duygularımız ve hayallerimizin sonsuz kaynağı da var ve bu potansiyeli fark etmeden yaşamak ise en büyük yoksunluk olmalı.

​Jung’un sözleriyle, “Birine uyan ayakkabı diğerini sıkar. Herkes kendi hayatını yaşamalı; zira onu başkası yaşayamaz.”

​Değerli Okurlar,
​İnsanın özüne, vicdanına, merhametine dönüşü erdemli yaşamın pusulasıdır ve toplumun çürümüş damarlarını onaracak olandır.

​O'nun bize ilhamıyla diyebiliriz ki:
“Bir milletin kaderini değiştirmek istiyorsanız,
işe kendinizden başlayın. Mesela,  düşüncenizi filizlendirin, emeğinizi sevgiyle dokuyun.
Ve birilerinin gölgesinde büyümeden ayakta durmayı öğrenin.”

​Toplum dediğimiz, millet dediğimiz şey, bireylerin toplamı değil, birbirine dokunan kalplerin oluşturduğu bir ruhtur ve o ruhu besleyen şey sevgi değilse, geriye sadece korku, çıkar ve yalnızlık kalacaktır.

​Öyle ki;
Çocuklarımız merak yerine kaygıyla büyüyorsa, gençlerimiz umut yerine umutsuzlukla tanışıyorsa, birbirimizi dinlemekten çok yargılıyorsak devletin de ruhu zedelenmiş sayılır.

​Oysa, dünyayı sevgiyle yönetebilseydik:

*Yasaların, korkudan değil şefkatten doğacağını,
*Ekonominin, rekabetten ya da açgözlülükden değil paylaşım ruhundan besleneceğini,
*Eğitimin,  ezberden değil bir meraktan, bir anlayıştan şekilleneceğini,
*Dinlerin, ayırıcı değil birleştiriciliğini,
*Siyaset dilinin, nefret değil empatiye ve
*Teknolojinin hedefinin, tahakküm değil de insanlaşmaya bağlı olduğunu gören 
insanların da, hükmetmek için değil hizmet etmek için yaşayıp  yaşatacağı hem kuşkusuzdur hem de anlamlıdır.

​O'nun bize tuttuğu aynada "yazık" denilen bir milletin aksini görmek can yakar. Zira orada tembelliklerimizi, korkularımızı ve bölünmüşlüğümüzü görürüz.

​Bir asır önce dile getirilen, adeta zamanı ve mekanı delip geçerek vicdanımızda bu kadar güçlü bir yankı yaratmasına ne diyorsunuz?

​Gerçekten, insanı insandan ayıran her şeyin bir yozlaşma, birleştirenin ise sevgi olduğunu unutmamak gerekir.


​O, "Kendi emeğinizi sevgiyle dokuyun.” diyor. Bunu sanayi öncesi, kendi kendine yeten küçük topluluklara özlem gibi yorumlayabiliriz ama küresel ve birbirine bağımlı bir dünyada, mutlak anlamda "kendine yeterlilik" pek gerçekçi bir hedef olmasa da, kaybedilmiş otantik bir "öz" veya "ruh" vardır ve ona dönmemiz gerekiyor.

Aynadaki o zehiri yani "yazık" kelimesini silmek için bir lider, bir hükümdar ya da sistem değil, kendini tanıyan, sorgulayan, üreten, seven insanların olması yeterlidir. Zira,  o zehrin panzehiri: Sevgiyle düşünmek, üretmek ve yönetmektir.

Değerli Okurlar,
​Bir milletin kaderini, uyanmayı seçenler yazabilir. Ahmet Bey'in yaşadıkları sadece bir hikaye olarak kalsın ve bizler "Yazık!" denilen bir milletin parçası olmayalım.

​Bugünkü dersimizin son zili çalmadan,
O'nun: "Ruhunuz bir harp gibidir; akıl teller, tutku yaydır.” sözünden ilhamla diyorum ki;

​Sen ki, hem aklın hem de tutkunun birleşimisin; biri diğerini asla bastırmamalıdır.


​"Herkesin içinde bir oda vardır." diyen Semra Şahin;

"​Kapısı dışarıdan açılmayan, penceresiz hatta çoğu zaman kendimizin bile girmediği içimizdeki o odada saklı olan ve yüzleşmekten korktuğumuz her şey, yani bastırdığımız öfke, gizlediğimiz kırılganlık, söylenmemiş sözler, tamamlanmamış duygular var...

İlginç olan bizi en çok o gizli dünyanın yönetir olmasıdır. Belki de yaşamın gerçek amacı, dış dünyayı değil, bu içsel odayı düzenlemektir ve insan dışarıda ne kadar yol alırsa alsın, sonunda dönüp kendi içindeki o gizli kapıya gelir:
Kapıyı açanlar bilir: orası bir sığınak değil, bir uyanıştır."⁷

​Değerli Okurlar,
"Elalem aya, biz yaya!" misali hayatın idamesi için ihtiyacımız olan ne varsa üretmeden, Ahmet Bey gibi dışa bağımlı tüketici,  yetmedi, yaşadığımız DijiÇağ'da yazdıkları kodlar nedeniyle yapay zekânın esiri haline geldik.

​Unutmayın ki, "ne ekerseniz onu biçersiniz" derler.  Bir an evvel " aklımızı başımıza devşirmek" ve hiç olmazsa bazı ekonomik tutkularımızı dış sömürüden uzak tutabilelim diyorum.

​Değerli Okurlar,
Teneffüs zili çaldı: Zııır!

​"Ve işte, ben gidiyorum. Ama sevgi sizi bana geri getirecek.” diyen, bugünkü dersimizin öğretmeni Halil Cibran'ın notları bu kadar...

​Eğer,
karanlığı gösterip orada bırakmıyor, bir ışık yakabiliyorsak yeterli...

​(Devam edecek)

​Suat Umutlu/22 Ekim 2025

​Dipnotlar:
¹ Halil Cibran,1883-1931. Yazıları derin, lirik, mistik ve felsefidir. Aşk, özgürlük, maneviyat, ölüm, doğa, otoriteye başkaldırı, bireyin içsel yolculuğu ve toplumsal eleştiri temalarını işlerken, Doğu ve Batı felsefelerini, Hristiyan, İslam ve Sufi mistisizmini harmanlayarak evrensel bir mesaj sunan şair, ressam, düşünür...
​² Erdinç Gültekin'in "Yazık millet" başlıklı paylaşımı.
https://www.facebook.com/share/14RwsMgc2ip/
​³ Muharrem Karanfilci'nin "Ahmet Bey'in Hikâyesi" başlıklı paylaşımı.
https://www.facebook.com/share/16H2oH6iQV/
​⁴ Gazeteci, yazar Semra Şahin'in 03.10.2025 tarihli köşe yazısı. https://www.turk360.tr/yazar/semra-sahin/gecmisin-isiginda-220-kose-yazisi
​⁵ Dilara Sözen'in, Gökhan Özcan'dan alıntılı paylaşımı.
https://www.facebook.com/share/17CsKBjdVh/
​⁶ Carl Gustav Jung,1875-1961. İsviçreli psikiyatr. Analitik psikolojinin Sigmund Freud ve Alfred Adler ile beraber üç büyük kurucusundan birisi.
​⁷ Gazeteci, yazar Semra Şahin'in 22.10.2025 tarihli köşe yazısı. https://www.turk360.tr/yazar/semra-sahin/insanin-gizli-dunyasi-257-kose-yazisi


SUAT UMUTLU

23.10.2025 00:03:00

YAZARLAR


Dr. Haluk UYGUR Yazdı/ O GÜN AKDENİZ'İN 'GÜNEŞ'İ SÖNDÜ...

İfral TURGUT yazdı/ KIBRIS

Mahmut TEBERİK yazdı / TARİHTE İLK TÜRK CUMHURİYETİ

Nazım ALPMAN Yazdı/ ‘ULA ZEKÂ NE YAPAYSIN?’

DESTEKLEME ÖDEMESİ KŞMLERE YAPILACAK?

AKSA DOĞALGAZ’IN 2031 HEDEFİ: 95 BİN KİLOMETRE ŞEBEKE VE 10 MİLYON ABONE

GÜNÜN FOTOĞRAFI: KOYUNLAR NEREYE BAKIYOR?

ÇEVRE MÜHENDİSLERİNDEN KİRLİLİK UYARISI

TANBUROĞLU MAZBATASINI ALDI

TÜRK EĞİTİM VAKFI (TEV) “ÜSTÜN BAŞARI SANAT BURSU” BAŞVURULARI BAŞLADI

KOLONOSKOPİ HAYAT KURTARIYOR!

ULUSLARARASI TURNUVADA ADANA ŞAMPİYON

ÖĞRENCİLER KORSAN ÖDEV VE TEZ SİTELERİNDEN UZAK DURSUN!

“ECZACILAR SAĞLIK SİSTEMİNİN AYRILMAZ BİR PARÇASI”

“ÇILGIN PROJELERİ BIRAKIN, ÇOCUKLARIN SOFRASINA EKMEK KOYUN!”

AK PARTİ İL BAŞKANI DUYURDU

KARALAR, TEKİN VE AYDAR NE İLE SUÇLAMNIYOR?