"İnsanı bedenen ameliyat etmek için uyutmak, ruhen ameliyat etmek için ise uyandırmak gerekir."-TOLSTOY
Biliyorum ki;
O günler, Ah! o günler dediğiniz, özlemle andığınız hoş sohbet anlar sanki dün gibi hafızanızda...
İsterseniz "Nostalji" diyelim ve Felsefe Kulübü’nün içten alıntısında, anlatıldığı gibi (*) o diyara gidelim;
"Develer tellal, pireler berber iken, Samsun cigarasının içinden odun çıktığı günlerde…
Alo diyebilmek için santrala yazdırıp altı saat beklediğimiz, Cep telefonunun sadece Kaptan Kirk tarafından kullanıldığı,sokaklarda ayı oynatıldığı,Kalantorların Murat 124’e bindiği, Anadol’un inekler tarafından yenildiğine inanılan, Salça sürülmüş ekmek dilimi dönemlerinde…
Mutfak zeminlerinin muşamba kaplandığı, Tencere kalaylattığımız, Arap sabunu kokulu zamanlarda…
Avaramu’yu ezberleyen kızlar Raj Kapoor’a hastayken,Ömer henüz turist bile değilken,Vahi Öz’e güldüğümüz,Zavallı Ayşecik’in zengin babasından habersiz, kötü kalpli üvey anne yanında çileler çektiği,N’ayır, n’olamazlı yıllarda…
Mesut Bahtiyar’dan şarkılar dinlediğimiz, Cem Karaca’nın İzmir fuarını zangır zangır salladığı,Özay Gönlüm’ün yaren’ini tıngırdattığı,Yerli Elvis, Erol Büyükburç’la,Kalipso kralı Metin Ersoy’un gazinoları inim inim inlettiği,Cemal Kamacı’nın kroşe patlattığı,Metin Oktay’ın ağları deldiği,Neil Armstrong ay’a falan ayak basmadı, hepsi Hollywood tezgâhı diye iddiaya girilen,Kasetleri acayip kapışılan Arif Susam’ın, oo-ooo Recep bey de burdaymış diyerek sintizayzır çaldığı günlerde,Ümit Besen’in masasının ayağı kırık, Pantolonların paçası bol,Kastelli bankerken…
Muavinli dolmuşçuların, Orhancı - Ferdici diye birbirini solladığı arabeskli sabahların,Barış Manço’nun lambaya püf dediği elektrik kesintili akşamlarında,Mum ışığının gölgesinde, parmaklarımızı eğip bükerek duvarda tavşan yaptığımız,Yün fanilaları soba askısında kuruttuğumuz,Killing okuduğumuz,Başka eğlencemiz olmadığı için, radyoda arkası yarın’lara kulak kesildiğimiz, Ayıptır söylemesi Arzu Okay’ın rüyalara girdiği,Martin Luther King yaşarken,Sadun Boro’nun kısmet’iyle dünya turuna çıkmasına heyecanlanıp,Avanak Avni’yle tanıştığımız,Zübük’ün kaleme alındığı,Sütyen’in bile nerdeyse porno kabul edildiği,Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrumlu süngerci zannedildiği,Otomobillerin arkasına bugün bile hâlâ ne manaya geldiğini bilmediğim STP’lerin yapıştırıldığı, Şehirlerarası otobüslerde sigara içildiği, Damalı taksiler çağında…
Keban bile yokken,Nüfus 40 milyon,Hababam öğrencileri ilkokuldayken,Trışkadan tayyare MTA Sismik-1 Hora’nın uzay mekiği muamelesi gördüğü teknoloji fukaralığında…Turnike atmayı Beyaz Gölge’den öğrendiğimiz,Doktor Richard Kimble, babamızın oğluymuş gibi,Şerefsiz Falconetti’ye küfürler ettiğimiz, Polisimizi Komiser Colombo, Hukukumuzu Avukat Petroçelli’den ibaret sandığımız,Kapı gibi adam McMillan’ın aids’ten ölene kadar eşcinsel olduğunu bilmediğimiz hayal kırıklıklarında...
Kunta Kinte gibi zenci olmadığı halde, Isaura’nın neden köle olduğunu anlayamadığımız,Yamuğunu gördüğümüz arkadaşlarımıza, "n’aber lan Ceyar" diye seslendiğimiz,Saat kurup, sabahın kör karanlığında kalkarak, uykulu gözlerle Muhammed Ali’nin maçını seyrettiğimiz, onunla birlikte kelebek gibi uçup arı gibi soktuğumuz masum tiryakiliklerde…
İstanbul’da basılan gazetelerin ülkeye ertesi gün ulaşabildiği,Sadece TRT’nin var olduğu, haberleri Jülide Gülizar’ın, Zafer Cilasun’un okuduğu, bizim ahali akıl edemez diye düşündüklerinden olsa gerek, "televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız" diye uyarı yazısı koydukları, Necefli maşrapa zavallılığında…
Çamaşır makineleri merdaneli,Haile Selasiye Habeşistan imparatoruyken…
Ve, dönüp bakıyoruz geriye;
Wi-fi’larımız,iPad’lerimiz,Akıllı telefonlarımız, Çanak antenlerimiz yoktu ama,
DAHA MUTLUYDUK GALİBA."...
O günler, ah o günler diyerek;
Cumhuriyet yeni ve ülke sıfırdan inşa ediliyor, yoksulluk diz boyu...
Ama umut her kalpte bir meşale olmuş , okumak, hem bir zenginlik hem de“adam olma”nın da ölçüsü...
Bakın;
Sorumluluk, hayatın pusulası olurken , sahtelik ve katakulli işler bu dünyaya yabancıydı.
Mahallelerde kıskançlık değil, dayanışmayı görür ve yaşardık, paylaşım ise hakimdi. En basit şeyler büyük mutluluklar yaratırdı ve yaşatırdı
.
Okumak dedik, gerçekten hem adam olmanın hem de vicdan sahibi olmanın olabilmenin bir yolu idi...
Mesela, Kemalettin Tuğcu’nun hikâyeleri, sanki o dönemin duygusal nabzını tutuyordu. Onun kaleminden dökülen satırlar, yoksulluk içindeki çocukların özlemlerini, aile hasretini ve mücadelelerini öyle içten anlatıyorduki, bir neslin gözyaşlarına karışıyordu, belki de o basit şeylerden mutlu olmamızın sebebi buydu. Ne dersiniz?
Örneğin, Çocuk Hırsızları’nda, kimsesiz bir çocuğun ağzındaki şu sözler, o dönemin ruhunu yansıtıyordu;
“Annem, babam sağ olsaydı ben de böyle sokaklarda sürünmezdim. Onlar gibi analı babalı çocuklar gibi mektebe gider, iyi elbiseler giyer, karın doyururdum. Kimse bana hırsız demez, kötü gözle bakmazdı.”
Sizce bu satırlarda, ana baba özlemi, bir çocuğun masum hayalleri ve toplumsal dışlanmışlığın acısı yok mudur?
Üvey Baba’da ise başka bir çocuğun çilesiydi;
“Ben on iki yaşımdan beri kutu fabrikasında çalışıyordum. Haftalığımı babam elimden alır; bana ne yiyecek ne yol parası bırakırdı. Evimizden fabrikaya kadar her gün yürüyordum. Bunun için de sabahleyin herkes uyurken yola çıkmam gerekiyordu.”
Bu satırlar sadece bir çocuğun mücadelesini değil, o yıllardaki aile bağlarının, dayanışmanın ve dürüstlüğün ne kadar kıymetli olduğunu anlatmıyor mu?
Bu arada,Teksas, Tommiks, Zagor, Kinova gibi çizgi romanlar çocukça ruhumuzu coştursa da, Tuğcu’nun satırları kalplere dokunuyor ve muhteşem duygusallığı, vicdanı yaşamımızın özüne yerleştiriyordu...
O günlerde, ülkemiz belki 40 milyonluk bir mozaikti, teknolojisi kıttı, ama hayal gücü o derece zengindi ki;
Mutfaklar muşamba kokar, tencereler kalaylanır, çamaşır makineleri merdaneli, Arap sabunuyla yıkanan evler, yün fanilaların soba askısında kuruduğu, Barış Manço’nun “lambaya püf de” dediği elektrik kesintili o akşamlar...
TRT’nin tek kanallı ekranında "Ajans Saati", Jülide Gülizar’ın haberleri, bu arada “televizyonunuzu kapatmayı unutmayınız” uyarısı...
Radyoda Çetin Köroğlu’nun uyarladığı “arkası yarın”lar, bir neslin hayal dünyası idi.
Sinemada Vahi Öz güldürür, Raj Kapoor’un Avaramu’su kalplere dokunur,Cem Karaca , Edip Akbayram ve niceleri gazinoları inletirdi...
Bir tarafta Orhancı-Ferdici dolmuş kavgaları sürerken, diğer tarafta damalı taksilerin sigara dumanlı yolculukları ise o yılların canlılığını resmediyordu.
Spor, bir tutku, bir aidiyet demekti.Futbol da, futbolcusu da ezbere biliniyor sayılıyordu, bugün bile "Beşiktaş; kalede Sabri, geri dörtlü Ahmet, Lütfi,Niko ve Zekeriya, orta sahada Ahmet,Kahraman,Mesut ileride Sinan, Tezcan, Tuğrul " diye, işte Fenerbahçe'nin"Yavuz, Şükrü,Numan, Levent,Ercan "diye başlayan kadrosunu da, hafızada tutabiliyorsak gerçekten "Ah! o günler, o günler", diye özlem içinde olabilirsiniz. Galatasaray 'da Yasin ve Gökmen kardeşler vardı,Metin Oktay’ın golleri ise efsane olmuştu...
Cemal Kamacı’nın kroşeleri kahvelerde konuşulurken, diğer tarafta siyah beyaz TV'nin büyüsüne kapılır, mesela Muhammed Ali’nin boks maçları için sabahın köründe uyanılırdı, gecenin üçünde...
Sadun Boro’nun Kısmet’iyle dünya turu, bir macera romanı gibi takip edilir; Komiser Colombo polis, avukat Petroçelli ise hukuk demekti. Kunta Kinte ve Isaura’nın hikâyeleri ise adalet ve özgürlük üzerine düşünceleri evimize taşırdı.
Zübük’ün kaleme alındığı, Halikarnas Balıkçısı’nın süngerci sanıldığı, sütyenin bile tabu sayıldığı o yıllarda, hayat sade ama derindi. İnsanlar, birbirine sımsıkı bağlıydı; çünkü zamanın ruhu, samimiyet, dayanışma ve duygusallıktı.
Bugünün dünyası mı ?
O yıllardan çok ama çooook farklı;
Teknoloji hayatımızı hızlandırdı; akıllı telefonlar, internet her yerde ama o soba başı muhabbetlerin sıcaklığı, o samimi “n’aber”ler kaybolmuş halde...
Sosyal medya bağ ve bağlantı kurmayı sağlasa da maalesef o eski dayanışmanın, mahalle ruhunun boşluğunu dolduramıyor, ki dolduramaz da...
Ancak, gerek kitaplarda bulduğumuz ve gerekse hayatın içinde hissettiğimiz o duygusallık, o insanî bağların hâlâ bir yerlerde yaşadığını düşünüyorum ve o yılların içimizdeki özü,samimiyeti, paylaşımı, basit şeylerden mutlu olunabilmesi yeniden canlandırılabilir...
Her ne kadar sıfırdan başlamak, geçmişi kopyalamak değilse de, onun değerlerini bugüne taşımak belki mümkündür,ne dersiniz?
Mesela,o dönemde mutluluk, belki bir beğeni sayısında değildi ama bir dostun gülümsemesindeydi.
Bugün ben,sen,o...Bir an için o ekranları kapatsak, bir komşuya “Nasılsın?” diye uğrasak, bir akşam mum ışığında bile olsa eşiniz ve çocuklarınızla bir sohbet, belki küçük kızınıza hikâyeler okumak ya da anlatmak... Zor mudur?
İnanın o ruh tekrar dirilebilir, bir çocuğun ana baba özlemi, dürüstlük arayışı vs.bugünün karmaşasında bile yol gösterici olacaktır...
Gençlerimize Türk ve dünya klasiklerini, Dostoyevski’den Reşat Nuri Güntekin’e, okuma sevgisini aşılayalım; günümüzde okumak, bir zenginlik bir “adam olma”nın ölçüsü gibi algılanmaktan uzak olsa da kabul etmeyin, inanmayın... Onların özellikle Atatürk’ü iyi anlamalarını sağlayalım; zira O'nun umudu, azmi ve vizyonu, o dönemin ruhunu en iyi yansıtan ışıktı , unutmayın...
Gelin, zamanın ruhunu bugüne taşıyacak temelleri birlikte atalım;
Bir çağrı, boşvermişliğe son verin ve çocuklarınıza, torunlarınıza o samimi, dürüst, paylaşımcı dünyayı tekrar tekrar anlatın. Onlara, bir tahta oyuncağın, bir mahalle maçının, bir soba başı muhabbetin nasıl mutluluk verdiğini gösterin ve yaşatın ,bunu yaparken,teknolojiye teslim olmayın, insanî bağlarınızı kullanın. Mesela birlikte bir kitabı okuyun, bir hikâyeyi paylaşın, bir anı yaratın, ki bu küçücük adımlar yeniden canlandırır, zamanın ruhunu...
Ben,sen,o...Sadece içimizde hep yaşayan o ruhu yeniden uyandırmış olacağız, ki Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki o umut, 70’ler ve 80’lerdeki o samimiyet, Tuğcu’nun gözyaşlı hikâyeleri, "Mutluluk, paylaştıkça çoğalmaktır." diyor.
Unutmayın!
Bir çocuğun “Annem, babam sağ olsaydı” diyen o haykırışı, aile bağlarının, dürüstlüğün ve sevginin değerini hatırlatıyor...
Seneca;"Çok yașaman kaderle ilgili bir iştir,dolu bir yaşam sürmen,ruhunla ilgilidir!" derken, George Orwell ise 1984 adlı eserinde;"Geriye hiçbir şey kalmayacak senden; ne nüfus kütüğünde bir ad ne de belleklerde yaşayan bir anı..Geçmişten silindiğin gibi gelecekten de silineceksin.Hiç var olmamış olacaksın." diye hatırlatıyor...
Halide Edip Adıvar'ın sözüyle nokta koyalım;"Zamanın ruhu, kalplerde yaşar. " , eğer o kalp atıyorsa, sorun yok demektir.
Son bir not...
Değerli Okurlar;
Eskiden yakın uzak demeden tüm akraba ve eş dost birbirleriyle bayramlaşmaya giderdi ve öncesinde arayıp haber vermeye bile gerek duyulmaz, çat kapı gidilir,yaşça büyükler mutlaka ziyaret edilirerek hal hatır sorulurdu...
Biliyor musunuz, o bayram günündeki sohbetlerin konusu ise gündemimizdi...
Hatırlatmak istedim, "İyi Bayramlar..."
Suat Umutlu
09/ Haziran 2o25
(*) Felsefe Kulübü
https://www.facebook.com/share/p/1FeCNomuXB/