Manşet Haber 14.01.2021 14:04:25 0

'MUHALEFET' SEÇMENİN SANCISI...

'MUHALEFET' SEÇMENİN SANCISI...

Siyaset bilimciler, “iktidarların” sürekliliğinin gereklerini sayarken kanımca “muhalefetin” beceriksizliğini/ dolaşıklığını/ karmaşıklığını/ zamansız çıkışlarını ilk sıraya oturturlar!


Bir “iktidar” düşünün ki; yaklaşık yirmi yıldır yaşattıklarını “bir çırpıda” unutturuyor, uyguladığı yanlış ekonomik/ politik/ eğitim/ hukuk konularındaki yaptırımları sonucunda “yurttaşlar” acılansın/ sızlansın/ çağından uzaklaşsın, yine de seçmen çoğunluğunu yitirmesin…


Tüm bunların yanı sıra, bunca yıl “iktidarda” olan “muhalefet” partisiymiş gibi “onu” suçladığından “savunanları” olsun!


Bu suç yalnız “iktidarın”, “muhalefetin” hiç mi suçu yok/ hiç mi yanlış yapmıyor!


Saymakla bitmiyor ki…


***


Geçtiğimiz günlerde Kozan Belediye Meclis toplantısında, AKP’li sözcü “gündem dışı” konuşurken Kemal Kılıçdaroğlu’na, Canan Kaftancıoğlu’na, Fikri Sağlar’a “ver-yansın”  eleştiri oklarını yöneltmesine karşın, bir tane CHP’li sözcüsü bile söz alıp yanıtlamadı/ karşılık vermedi!


Kılıçdaroğlu ne demişti yine,


Kaftancıoğlu yine ne yapmıştı,


Sağlar ne söylemişti de CHP’li sözcü suçlamalara yanıt vermemişti ki?


Açıkça söylemek gerekirse, “çekirdek kabuğunu” doldurmayacak, uzun konuşmanın arasından “cımbızla” çekilen sözlerin mutlaka bir açıklaması olmalıydı!


“Siz yanlış algı oluşturuyorsunuz, söylediklerinizle konuşma metninin ilgisi yok” demedi kimse!


Toplantıyı sosyal medyadan izlerken ilk başta “kızgın” olsam da, sonrasında “baştakilerin anlaşmazlıklarını alttakiler hep savunmak zorunda mı, hep anlaştırılmayan gerekçeli konuşmaların arkasında durmak zorunda mı” diye sordum kendime!


Kimse de bu zorunluluk yoktu! Madem bulundukları yerde yurttaşların vergileriyle varlardı, “temsil” yetkisi olanların hiç birinin seçmeni zor durumda bırakmaya hakkı yoktu!


***


Hangisini sayayım ki…


Bilmem ne zaman “devletin” içine sızmaya başlayan, bilmem kimlerin döneminde korunan, bilmem kimin döneminde “birlikte yürüdük biz bu yollarda” denerek duyarlı noktalar “ne istedilerse verilen” Feto’nun onbeş temmuz kalkışmasına “iktidar” açıkça “darbe” derken, Genel Başkan Kılıçdaroğlu “kontrollü darbe” olarak tanımladı…


Siyasetçiler yurttaşın aklını karıştırmayı, aslında “hep bir amaç” uğruna orada olduklarını öyle güzel gösteriyorlar ki…


Sonrasında ne oldu anımsarsınız; insanlar açlıkla, sıkıntılar içersinde kıvranırken günlerce tüm televizyon kanaları “kontrollü darbe” konusunu konuştu! Hem de günlerce, hem de aynı izlence de üç kez/ beş kez/ on kez…


Bu polemikten kazanan kim oldu “muhalefet” mi, hayır/ yurttaş mı, hayır/ insanların geleceği mi, hayır! Her şey “iktidara” yarayacak biçimde işlendi, konuşması istenenler konuştu, çıkışması gerekenler çıkıştı, gözdağı vermesi gerekenler verdi!


***


Covid 19 sürecinde işinden olan, evine ekmek götüremeyen, daracık dört duvar arasında “korunmaya” çalışan, işyerini kapatmak zorunda kalan, belirlenen “asgari ücretle” emekçinin gelecek korkusu büyüyen, emeklisini açlık sınırı altında boğan bir “iktidar” karşısında sorunları/ çözümlerini anlatmak yerine yeni bir polemik oluşturacak söz daha:


“2020 yılında bir ülkenin sözde cumhurbaşkanı, bir gazeteyi doğrudan hedef gösterip 'ben o gazeteyi okumuyorum, siz de satın almayıp, okumayın' diye çağrı yapıyorsa…”


Tümcede “sözde cumhurbaşkanı” bölümü öne çıkıyor!


Sorunu sıralıyorsunuz, anlaşmazlıkları belirtiyorsunuz tamam da; öne çıkan bölüm partililerin savunabileceği/ karşılarına geldiğinde yineleyebilecekleri bir “söz” değil!


Dış dünya için bakıldığında daha da karmaşık/ dolaşık/ beceriksizlik dolu bir yaklaşım!


“Muhalefet” olmak “çamur atmakla” içselleştirildiğinde bu ya da, benzer öyle “savrulmuş” emek ortaya çıkıyor ki; ne seçmenin özlemine karşılık verilebiliyor, ne sorunlar çözülebiliyor, ne açlık/ işsizlik/ karmaşa havuzunda doyuma ulaşılıyor!


***


Siyasiler, partinin üst yerlerinde koltukları bulunanlar “ağızlarından” çıkanı ölçmek/ tartmak/ seçmene nasıl bir yük getireceğini bilmek zorundalar!


Burada sıkça yazıyorum, CHP seçmeni “bir başka partinin” seçmenine benzemez; kendi savunur, kendi söyler, kendi sorgular, kendi son noktayı kor!


Şimdi sıkça dile getirilen “erken seçim” için aslında “her an” ortam olmasına karşın, “var olan” ortamı baltalarcasına çaba harcayanları da biliyor/ görüyor!


Akşam televizyonları açtığınızda konuşulmayan televizyon göremeyeceksiniz, yandaşların kükremelerini duyacaksınız!


Kendi adıma konuşayım: Kimsenin “yanlışını” doğru saymak gibi zorunluluğum olmadığı gibi, kimsenin de böyle bir durumda olmasını istemek doğru olmaz!


Beceriksizlik/ dolaşıklık/ karmaşıklık/ zamansız çıkışlar “iktidarın” yaşam süresinin önün açarken, “muhalefet” seçmeninin sancısının süreceğini gösteriyor!


Seçmen böyle bir “muhalefet” istemez!


YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

31° / 16.7°