Terörden korkmadı,....
Manşet Haber 1.02.2013 22:49:49 0

Terörden korkmadı,....

Terörden korkmadı,....

 

Çukurova Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Cafer Esendemir  mesleğin içinden gelen ve gazeteciliğin yıllar içinde geçirdiği evrimin en iyi tanıklarından biri. Yıllarca birçok basın yayın kuruluşunda hemen her kademede görev yapan ve Anadolu Ajansı’ndan emekli olan Esendemir, gazete çıkarmak ve gazeteci olmak için belirli kıstasların getirilmesinden yana olan bir gazeteci . Gazetecilerin ücretlerinin iyileştirilmemesi halinde basın ve ifade özgürlüğünün kalmayacağını çok çok iyi bilen ve her fırsatta bunu dile getiren Esendemir GÜNAYDIN ADANA GAZETESİ'nden Vural KÖSE ila yaptığı söyleşisinde,  gazetecilik üzerine görüşlerini açıkladı. İşte o söyleşi:

cafer_vural

Günümüzde gazeteciler hangi koşullarda görev yapıyor?

Bugün ülkemizde gazeteciler hem çalışma hem de ekonomik anlamda çok zor şartlarda görev yapıyor. İstanbul’da ve Ankara’da üst kademelerde görev yapanlar belki bir ekonomik standarda sahip olabilirler ama Anadolu’da devletin kurumları olan AA ve TRT hariç yaygın medyada çalışan insanların maaşı 1500 TL’yi geçmiyor. Anadolu’da bir çok gazeteci sigorta yaptırmaya dahi razı durumda. Çalıştıkları yerlerde maaşlarını çok zor alıyorlar ve geçimini sağlamak için ek iş yapmak zorunda kalıyorlar. Gazetecilik mesleğinde geçimini sadece gazetecilikten sağlayan insanlara sarı basın kartı verilir ama bugün ne yazık ki gazeteciler artık geçimini sağlamak değil karnını doyurmak için başka bir iş yapmak zorunda bırakılmıştır.

 

Ne gibi işler yapıyorlar?

Yayıncılık, pazarcılık, kitapçılık, bakkallık yapanlar bile var. Şartlar insanları buna zorluyor. Eskiden daha rahat koşullarda, daha çok para kazanıyordu gazeteciler. Özellikle Asil Nadir’in medya sektörüne girdiği dönemde büyük bir rekabet vardı ve gazeteciler çok yüksek standartlarda çalışıp, yüksek ücretler alıyorlardı. Ücretleri o zamanki asgari ücretin 5-6 katına çıkmıştı ama son yıllarda ücretler konusunda tekrar bir yozlaşma başladı ve ücretler asgari ücret düzeyine çekildi.

 

Günümüz koşullarında gazetecilerin en az ne kadar ücret alması gerekiyor?

Türkiye koşullarında gazetecinin bir başkasının cebine muhtaç olmadan çalışabilmesi için en az 3 bin lira maaş alabilmesi gerekiyor.

 

Peki ne yapılmalı?

Özellikle Anadolu’daki basın kuruluşlarının KOBİ kapsamına alınması ve çalışanların daha iyi ücret alabilmesi için sübvansiyon uygulanması ve sübvansiyonun çalışanlara yapılacak maaş zamları için kullanılması sağlanmalı. Bugün Türkiye’de basın çalışanları başkasının cebine muhtaç olarak çalışıyorsa basın özgürlüğünden, demokrasiden, ifade özgürlüğünden bahsetmek mümkün değil. Geçimini sağlamak için başka bir iş daha yapan kişi kendini ikinci bir patrona teslim etmiş olur.

 

Bu durum araştırmacı olmayı, incelemeyi, merak etmeyi ve sorgulamayı da ortadan kaldırıyor mu?

Tabiî ki… Eskiden gazeteciler bir yolsuzluk, rüşvet vs. haberi yakaladıklarında ödüllendirilirdi. Bugün ise çıkar ilişkileri her tarafı sarmış durumda. Gazetecilikten gelenler medyayı bırakmış, sermaye medyaya hakim olmuş durumdadır. Anadolu medyasında gazeteci kökenli medya patronlarını görebilmek mümkün ama kaynakları çok kıt. Sermaye sahipleri yan şirketleri sayesinde medya kuruluşlarını sübvanse edip ayakta tutabiliyorlar ama onlar sayesinde de kendi şirketlerine gelir sağlıyorlar. Ayrıca yaygın medyanın çıkarttığı yerel ekler nedeniyle yerel medya bir ambargo durumu da yaşıyor. Yaygın medyanın çıkarttığı eklere ilan vermek isteyen insanlar (daha fazla okura hitap ettiği için) yerel medyaya ilan vermek istemiyorlar. İş haberciliğe geldiği zaman ise haberinin çıkmadığı gazeteye ilan veren kurumlar yerel medyadan yardım istiyorlar. Eğer toplum medyadan özgürlük, gerçek haber, ifade özgürlüğü istiyorsa yerel medyaya destek verilmesi gerekiyor.

 

Geçmiş dönemlerdeki gazetecilikle bugünkü arasında nasıl bir fark var?

Eskiden heyecan vardı. Maaşımız da fena değildi. O zaman yoklukların dönemiydi, elektronik çağı yoktu. Bir filmi yıkamak, bir fotoğrafı geçmek çok zaman alırdı. Şimdiyse her şey saniyeler içinde yapılabiliyor. Teknoloji aldı başını gitti ama patronlar bu sefer de verdikleri maaşı kısmaya başladı. Sendikalaşma tamamen kalktı. Büyük gazetelerin hepsinde sendika vardı bugün ise hiçbirinde yok. Yerellerin de hiçbirinde olduğunu sanmıyorum ama yerel gazetelerin sendikalaşmayı kalkındırmak için dayanışma örneği sergileyerek sendikalaştıklarını biliyorum. Yerel gazetelerle bir toplu iş sözleşmesine oturmanın zaten zor durumda olan bir yerel basın için bir iflası getireceğine de inanıyorum. Zaten zor şartlar altında ayakta durmaya çalışırken o şartları bunlara dayatmak yerel medyanın da bitmesi demektir

 

Siz hangi koşullarda çalıştınız?

İlk zamanlarda habere bisikletle gidiyordum. Dolmuşla, arabayla ve uçakla gittiğimi de biliyorum. Özellikle Asil Nadir’in medya sektörüne girdiği yıl çok güzel maaşlar alırdık. Bir rekabet vardı. Bu rekabette çalışanlara büyük zamlar verildi. Mesailerimiz düzenli çalışmaya başladı. 80’li yıllar medyada çalışanlar açısından çok iyi günlerdi. Habercilik açısından çok güzel haberler çıkıyordu ve yaygın medyada tok gazeteciler piyasada çalışıyordu. Yerel medya bu durumlara fazla gelmedi.

 

Yerel medyanın bugünkü haberciliğini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yerel gazetecilik teknolojiyle birlikte ilerliyor ama ne yazık ki kalite umduğumuz gibi değil. Ajansların kontrolünde kes yapıştır haberciliği yapılıyor. Bu doğru bir habercilik mantığı değil. Gazetecilik, gazetecinin alın teriyle hazırladığı haberi, röportajı, karikatürü gazetesinde yayınlatmasıyla ve bir gün sonra da bunu gazetesinde görmesiyle en heyecanlı hale gelir. Eskiden Güneş gazetesinde tek sütun haberim çıktı diye sevinirdim. Bugün o heyecan yok. O zamanlarda tek sütun haberin verdiği mutluluğu manşetten verilen haberde bile duyamıyor insanlar. Çünkü o zaman bir mücadele, emek vardı, emeğin hakkını vermek vardı.

 

Yerel basının halktan kopuk olduğu görüşüne katılıyor musunuz?

Yaygın medyanın eklerinin etkisi ve yerel gazetelerde hep aynı haberlerin olması nedeniyle vatandaş ya bir tanesini ya da internetten okumayı tercih ediyor. Ayakta kalma mücadelesi veren yerel medyanın farklı kurum, kuruluş, siyasi parti ya da kişilere angaje olduklarını görebiliyoruz. Tam dört dörtlük bir şey göremiyorsunuz çünkü müthiş bir şekilde karşılıklı bir muhalefet de var. Bizim için en acı taraf ise böyle bir ortamda gazetecilerin siyasi partilerin, kişi yada kamu kurumlarının tartışmalarında taraf olmaları, birbirlerine düşmeleri. Gazetecilerin ellerinde belgeleri varsa yayınlamaları ama taraf olmamaları gerekir. Gazeteci örneğin bir yolsuzluk haberi yakalamışsa ve yayınlamıyorsa bu halktan haber saklamaktır. En büyük suçtur bu.

 

Gazeteciliğin 5N1K kuralının bugün uygulanabildiğini düşünüyor musunuz?

Son yıllarda 5N1K’nin veya basın etik kurallarının tam olarak uygulandığını düşünmüyorum. Okuduğum gazetelerin birçoğunda suçlayıcı ve itham edici yani söz hakkı doğuracak haberler ve habere konu olan kişi ya da kurumlardan sadece bir tarafının görüşü doğrultusunda yapılmış haberler görüyorum. Haberde karşı tarafın görüşüne aynı anda değer verilmiyor. Bunda da ister istemez insanları mağdur eden olaylar ortaya çıkıyor. Aynı anda karşı tarafın da görüşünün alınması gerekiyor. Karşı tarafın görüşleri de yazılırsa gazeteci yargı kıskacından da kurtulur. Ne yazık ki günümüzde suçlayıcı, töhmet altında bırakan haber yaparken belge hemen yayınlanabiliyor ve belgenin doğruluğu, kaynağı sorgulanmayabiliyor. Bugün birçok gazeteci hakkında tazminat davası açılmış durumda ve ceza ödeyenler de var, şehir dışına zorunlu gönderilenler de var. Bunların önüne geçmek için çok dikkatli saygılı gazetecilik yapmak zorundayız.

 

Medyanın baskı altında olduğunu düşünüyor musunuz?

Medya her zaman için baskı altında. Demokrasinin var olması için özgür basının, ifade özgürlüğünün olması lazım. Bugün günümüzde insanların özgürce gazetecilik yaptığını sanmıyorum. Gelişen olaylar medyayı psikolojik olarak etkiliyor. Yazarken zorluyor. Her an telefonlarının dinlenmesi tedirginliği ya da yaptığı haberin yayınlanmaması, bir anda insanları psikolojik olarak etkiliyor. Çalıştığı kurumun patronlarının ticari bağlantıları ya da resmi kurumlarla olan bağlantıları da biraz dar alanda çalışmaya mecbur bırakıyor. Yani gazeteci özgürce çalışamıyor. “Bunu yaparsam patronum alınır, şu kamu kurumu gazeteme karşı bir tavır alabilir. Patronun tanıdığıdır yaparsam patronla ters düşerim” mantığı gazetecinin şevkini kırdığı gibi özgürlüğünü de daraltmış oluyor.

 

Gazeteci olabilmek için ya da gazete çıkarmak için kıstaslar getirilmeli mi?

Mutlaka getirilmeli. Her okuyan gazeteci olamıyor ama sokaktan her geçen de gazeteci olmamalı. Parası olan, kafası bozulan radyo, TV açmamalı, gazete çıkarmamalı. Bu kurumları açan kişilere mutlaka gazeteci olma şartı getirilmeli. Örneğin “5-10 yıllık gazetecilik yapanlar bu sektörde yönetim kurulu üyesi veya yayın yönetmeni ya da gazete sahibi olabilir” gibi bir şart getirilebilir. Gazetecilerin de mutlaka eğitim görmesinden yanayım. Alaylı da olsa mutlaka bu sektöre girerken belirli bir çerçevede eğitimini görmesi yani üniversite bitirmese bile yerel medya akademisi gibi bir eğitim sistemi oluşturularak belli bir eğitimden geçirilmeleri gerektiğine inanıyorum. Gazetecinin bir değil en az iki yabancı dil bilmesi gerektiğine inanıyorum. Alaylı olan arkadaşlarımıza belirli bir süre eğitip sertifika vermeliyiz.

 

Sarı Basın Kartı’nın prestiji kaldı mı sizce?

Bu kartın daha iyi duruma gelmesi için özellikle Basın Yayın Enformasyon Genel Müdürü ile bizzat görüştüm. Hakkı olmayan birçok insanın gazete sahiplerine yakınlığı ve gazetelerde çalışmamalarına rağmen basın kartı taşıdığını, bizzat kendisine söyledim. Sarı Basın Kartlarının mutlaka Basın Yayın Enformasyon il müdürlükleri veya gazeteciler cemiyeti aracılığıyla belli bir kontrolden sonra verilmesinin, kartın itibarını daha çok artıracağını aktardım. Aynı konuyu daha sonra Basın İlan Kurumu Genel Müdürlüğü’ne de götürdüm. Patronların birinci derece yakınlarına asgari kadrolarda yer verilmemesi gerektiğini, bu kişiler bilfiil gazetelerin kadrosunda çalışıyorsa ya da iletişim fakültesi ve meslek yüksek okullarından mezunlarsa bu kadrolarda yer almaları gerektiğini aktardım. Bu önerilerim Basın İlan Kurumu tarafından da uygun karşılandı ve geçtiğimiz aylarda bununla ilgili bir yönetmelik yayınlandı.

 

Gazetecilik yaptığınız yıllardan unutamadığınız bir anınız var mı?

1986 yılının Şubat ayında dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren’le Afşin-Elbistan Termik Santrali’ne gitmiştim. Yoğun kar yağışı nedeniyle helikopter kalkışları iptal edildi. Biz de tipiye maruz kaldık. Kenan Evren karayoluyla yoluna devam etti. Biz de Türkiye Elektrik Kurumu’na ait bir araçla yola çıktık. Şoförümüzün adı Hızır, aracımızda Renault steyşındı. Hızır, iyi bir şofördü. Bize de “Bu yolları çok iyi bilirim. Hiç merak etmeyin kara rağmen biz bu yolları geçeriz” demişti. Yol boyunca kayıp şarampole yuvarlanan araçlar gördük, bizim arabamız ise gayet iyi gidiyordu. Karahan geçidine geldiğimizde ise direksiyon hakimiyeti kayboldu ve aracımız sağ taraftan 300 metrelik uçurumdan aşağı kaymaya başladı. Kendimi sağ arka koltuktan dışarıya atıp kurtardım. 5-10 metre daha sürüklendikten sonra arabadaki iki kişi daha kendini dışarı attı. Tercüman Gazetesi’nden bir arkadaşımız ise uçurumun dibine kadar arabayla birlikte yuvarlandı. Yaşamından tüm umudumuzu kesmiştik ama arkadaşımız o araçtan yaralı çıktı. Oğlum Engin yeni doğmuştu ve yeni baba olmanın heyecanını yaşadığım için “Çocuğumu bir daha görebilir miyim” endişesine kapılmış, “Allah’ım çocuğumu bir daha gösterecek misin” diye dua etmiştim. Neyse ki onu da ikincisini de gördük.

 

Oldukça heyecanlı bir gün olmuş. Komik bir anınız var mı?

Terörün ilk yıllarında Güneş gazetesinin muhabiri olarak Hakkari Çukurca’ya gittim. Hürriyet Gazetesi’nin çok güçlü bir kadrosuna karşı tek başıma rekabet etmeye çalışıyordum. Ramazan Pamuk, Talat Polat, Saygı Öztürk, Serdar Koçak olsun her biri o bölgeyi çok iyi bilen insanlardı. “İşte operasyon” diye manşetten bir haber verdiler. Gazeteden Hakkı Öcal arayıp, “Cafer sen bunları görmedin mi? Operasyon yapmışlar sen yok muydun orada” diye sordu. “Abi onlar 15 kişi çalışıyorlar, ben tek başıma çalışıyorum. Nasıl yaparım, nasıl yetişeyim onlara. Hepsi alanı iyi bilen arkadaşlar ama merak etmeyin bunun karşılığını vereceğim” dedim. Çukurca Tabur Komutanlığı’na doğru yola çıktım. En ıssız, taşıt trafiğine kapatılan yerde yürüyerek gitmeye başladım. Karşımdan Fuat Kozluklu ve diğer gazeteci arkadaşlar “Nereye? Gitme orası yasak bölge” dediler. “Ben giderim hiçbir şey olmaz” dedim ve onlara daha önce çektiğim filmleri verip “Hakkari’de şuna teslim edin. Ben akşam bu tarafta kalacağım” dedim. Tabur Komutanlığı Çukurca’ya çıkmadan önceydi. Tabur komutanıyla tanışmıştım bu yüzden kendimden emindim. Tabura doğru çıkarken ceplerimi taş doldurdum. Korkum bir teröristin beni esir alması değildi. Esir alırlarsa “Gazeteciyim” dediğimde bırakırlar diye düşünüyordum ama köpek saldırırsa ne yaparım korkusundan ceplerim taş doluydu. Tabura çıkana kadar karşıma köpeklerin çıkmasını bekleyerek yürüdüm. O gün köpek korkusuyla oraya çıktım ama bugün iyi bir köpek sevgisi taşıyorum. Benim için bunlar güzel anılar. Operasyonlarda düşüp kuyruk sokumumu çok kanattım.

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

31° / 16.7°