“TÜRK, DİLİNİ ÇOK SEVER, ONU YÜCELTMEK İÇİN ÇALIŞIR”
Manşet Haber 16.06.2021 00:24:28 0

“TÜRK, DİLİNİ ÇOK SEVER, ONU YÜCELTMEK İÇİN ÇALIŞIR”

“TÜRK, DİLİNİ ÇOK SEVER, ONU YÜCELTMEK İÇİN ÇALIŞIR”



“Dil” konusu açıldığında hep Bülent Ecevit’i anımsarım…
Seksen öncesinin, “gençliği çalınmış” kuşağının önemsediği öğelerden biri de dildi…
Hangi konu olursa olsun;
İster Kıbrıs sorunu,
İster ABD ile ilişkiler,
İster uzayan kuyruklar,
İster gençlik…
Kuğunun suda yüzmesini andıran biçimde seçtiği sözcükle kurduğu tümceler dinleyenleri rahatlatırdı…
Alanlara konuşurken “ne ezen, ne ezilen, insanca, hakça bir düzen” sözcük dizisi, herkeste ayrı duygular yaşatırdı.
Ya Kıbrıs’ta her şeyin karma- karışık olduğu bir süreçte, yıllar önce yazdığı bir şiirden alınma “sılaya düşünce anlarsın/ yunanlıyla kardeş olduğunu” dizelerinin kötü amaçlı kullanılmasına bile aldırmadan, adaya yapılacak çıkartma öncesinde “biz Kıbrıs’a savaş için değil, barış için gidiyoruz” diye dünyaya, herkesin anlayabileceği Türkçe ile seslenmesi unutulacak konular değil…
***
“Dili” en güzel kullanan gazete Cumhuriyet’ti. Ardından Milliyet gelirdi. Diğer tüm gazetelerde “Osmanlıca Sözlük” açılmadan anlaşılması zor sözcükler bulmak o denli zor değildi. Haberlerden tutun, köşe yazarlarına değin bu kural değişmiyordu!
Örneğin, Tercüman Gazetesi’nde “yanıt, kanıt, ulus, yurttaş, erinç, istenç, gönenç, olgu, olay” benzeri sözcüklere özellikle yer verilmezdi.
Bülent Ecevit’in alan konuşmalarında bu ya da benzeri onlarca “Türkçe” sözcükler yer bulurken, diğerlerinde olmadığı gibi, bazen “alaysı” yaklaşımlar da yaşanırdı.
Ecevit’in kullandığı Türkçe, salt Arapça/ Farsça/ Osmanlıcaya yönelik değildi, örneğin Fransızca kökenli “koordinasyon” sözcüğüne karşılık “eşgüdüm” denilmesini önerirdi.
Bugün diğer gazeteleri bir yana bırakıyorum, Cumhuriyet Gazetesi’nin hem yazarlarının, hem köşe yazarlarının, hem de Bülent Ecevit’in kalıtını taşıdıklarını ileri sürenlerin kullandığı “dil” içler acısı…
***
Atatürk’e, laikliğe dil uzatanların kullandığı “dile” bakıldığında, hiç de Türkçenin korunmasına yönelik olmadığına, tersine Türkçeyi bozma çabalı olduğunu görmek olası.
Atatürk’ün “Türk ulusunun dili Türkçe’dir. Türk dili dünyada en güzel, en varsıl, en kolay olabilecek bir dildir. Onun için de Türk, dilini çok sever, onu yüceltmek için çalışır. Türk dili, Türk ulusu için kutsal bir hazinedir” sözleri, “dilin” bozulmasına kimlerin neden olabileceğinin de altını çiziyor!
“Türk, dilini çok sever, onu yüceltmek için çalışır”
Türk dilini” bozarak, Atatürk’e saldıranların kullandığı sözlerin birine bakalım:
“Ya Rabbi, bir daha bu zihniyetin, bu ümmetin başına gelmesini muhadder buyurma.”
Bu da, saldırıyı savunan kaymayanın sözleri:
“Bu yüzyılda yetişen en kıymetli alimlerden biri olan Mustafa Demirkan Hocaya, Allah'ın ayetini zikrettiği için en galiz ifadelerle saldıranlar, seviyelerini bir kez daha göstermişlerdir.”
Şu an özellikle “iktidar” partisinin kullandığı dil, hiç duyulmamış sözcüklerle dolu!
“İstikşafi”, hem söylerken, hem de yazarken “bir harfinde yanlış yaptım mı” kuşkusunu taşıyor! Sanki Türkçe’de karşılığı yok, sanki “ön görüşme, araştırma-tanıma görüşmesi, ortaya çıkarma” sözcük dizilerinden birini söyleseler canları yanacak, amaçladıkları yere daha geç varacaklar!
Buna bir de hem yazımında, hem söylenmesinde zorluk yaşanmayacağını da ekleyebiliriz…
Oysa “Türk, dilini çok sever, onu yüceltmek için çalışır”; yanlış mı?
***
Bir ulusun, “ulus” olma bilincini elinden almak istiyorsanız, öncelik “dildir”!
Yurttaşlara anlamadığı, konuşamadığı, duyunca gözlerini araladığı “dille” söylev verilmeye başlandığında, “anlamadığı” yerler başkalarına sorularak sağlatılacaktır!
İnsanın “duyunca” anlamadığı bir “dil” yerine, anladığı “dilin” seçiminin enlenmeye çalışılması “karmaşık” bir yaklaşımdan öte, komplo/ kumpas eşgüdümlü bir amaç içerdiği anlamına gelir!
Konuşan/ yurttaşın anladığı biçimde değil, içinde taşıdığı ideolojiyi ortaya koyarak konuşur, izleyici sorup/ anlamak durumundadır!
Konuştuklarını “yaz” deseniz yazamaz, ağızdan çıkan sözcükleri anlasanız “yanlışlarla” doluluğunu görürsünüz!
Ulusal günlerde, Ata’ya yazılan deftere, şapkalı- üstten ayraçlı- yandan tireli Türk dilini hiçe sayarak yazılan hangi politikacıyı yazmayayım ki?
Türkçe’yi bozarak yazılan kaç yazıyı…
***
“Dil” konusu açıldığında hep Bülent Ecevit’i anımsamamın nedeni daha o denli çok ki…
Bir “dile” zarar vermek istiyorsanız, on yıldır bu ülkede “sığınmacı” konumunda bulunanlara “kendini anlatacak kadar Türkçe bilmek zorundasınız” demezsiniz, patronlarınıza “yanınızda çalışanlar, sığınmacıları anlayacak kadar dillerini öğrensin” dersiniz!
“İktidar” konuşmacılarına “yurttaşın anlayacağı dilde konuşun” demek yerine, yurttaşa “konuşmacılarımın dediklerini öğrenmek için sözlükleri karıştırın” der!
Kurtuluş savaşı yalnız toprak kazanmak için değil, bozulan dilin de “yeniden” kazanılması/ yurttaşın birbirini daha kolay anlaması içindi.
Unutmamak gerekir ki; “Türk, dilini çok sevmeli, onu yüceltmek için çalışmalı”


YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°