VE YAŞAM DUR BİRAZ DEDİ
Manşet Haber 24.05.2021 10:52:27 0

VE YAŞAM DUR BİRAZ DEDİ

VE YAŞAM DUR BİRAZ DEDİ

 

2019 yılına kadar yaşadıklarımız hayal miydi gerçek miydi acaba? Ne çok şey yaşamışız meğer farkında olmadan…

Sıradan bir yürüyüşün, bir nefes alışıverişin ne kadar kıymetli olduğunu nasılda anlayamamışız…

İnsanın sevdiklerine sıkıca sarılıp kokusunu içine çekmek paha biçilmez bir mücevher değerindeymiş. Sabahın erken saatinde sürünerek bile olsa iş için evden çıkmak, servise yetişmek ne büyük eylemmiş meğer. Hani o pazartesi sendromuna tutulmaktan yakınmak, işin o ilk heyecanlı gününe yapılan ne büyük haksızlıkmış.

Şimdilerde iki günü hafta sonuyla birleştirip eve kapandığımız düşünülürse, iki günü hafta sonuyla birleştirip tatile gitmek ne büyük lüksmüş. En ufak bir karın ağrısından dolayı heyet raporu alıp işe gitmemek işe yapılan nasıl bir haksızlıkmış. Sabahları işyerinin karşısındaki çorbacıda mis gibi mercimek çorbası içerken eski model televizyondan haberleri izledikten sonra, Çaycı Hasanın, yüzlerce kişinin çayına kaç şeker atacağını ezbere bilip, hiç söyletmeden hınca hınç dolu merdiven altı bir yerde servis yapması, ne unutulmaz anlardan biriymiş. Ayrıca öyle su ve musluk namına görünürlerde bir şeylerin olmaması kimseyi rahatsız etmiyordu. Henüz bilgi dağarcığımıza hijyen ve el yıkama kelimeleri de girmemişti. Bu konuları irdelemek sadece sağlıkla ilgili kişilerin işiydi zaten.

Ciğer kokularının çay ve çorba kokularına karıştığı Adana sabahlarından ne çok sabahlar yaşayıp şimdiki acılar yerine, ne çok anılar biriktirmişiz meğer. Sonra nizamiyede iş yerine giriş için uzun kuyruklar oluştururduk. Herkes birbirine kişisel mesafedeydi. Sosyal mesafe kelimesiyle de henüz tanışmamıştık. Kimin sabah ciğer, çorba, çay içtiğini bilirdik nefesinden. Çünkü hayatımıza henüz maske de girmemişti.

Düşünüyorum da ne çok sosyalmişiz o zamanlar, aramıza henüz sosyal mesafelerin girmediği ve birbirimizi virüs olarak görmediğimiz ne çok insanca anlar paylaşmışız. X-Ray den geçerdik her gün. İşe yerine girişte terörist muamelesi, iş çıkışı hırsız muamelesi görürdük ama her şey güvenlik içindi, stratejik bir yerde çalışıyorduk sonuçta. X-Ray in zararlı ışınlarına rağmen, bir gün yaka kartımızın olmamasından dolayı içeri alınmamak, işyerine gidememek kabul edilir bir durum değildi. O günü yaşamış kabul etmezdik. Öğlen yemeklerini kimi Çin restoranlarında tatlı ekşi tavuk yer, kimi Meksika tarzı fajita, kimi keresteciler deki salaş lokantada Adana kebabı tercih ederdi. Sırf iş ortamından uzaklaşmak adına. Kimi sefer tasıyla evden getirdiği yemeğini tüm ofisteki arkadaşıyla paylaşır, çoğaldıkça çoğalırdı lokmalar. Herkes doyardı, mutlu sonla sonuçlanırdı. Yemeğin üzerine kimi kaçak çay, kimi Türk çayı, kimi Türk kahvesi içerdi. Şimdilerde aynı ailedeki bireylerin virüs yüzünden aynı sofrada bir su dahi içmediği düşünülürse, paha biçilmez tablolarmış yaşadığımız.

İş çıkışı mutlaka sendikaya giderdik. Çok hararetli konuşmalar yapılır, koyu demli çaylar içilir. İktidar muhalefet çatışmaları olurdu hep. Sandalyeler havada uçuşurdu, öyle sosyal mesafe sorunu da yoktu o zamanlar, herkes kişisel mesafedeydi. İşçiler, yumruk yumruğa birbirinin varlığını en acımasız bir şekilde hissetmeye çalışırdı. Kavgada mesafeyi ihlal etmek gibi bir kural yoktu öyle. Ceza da yoktu kavga ettiler diye. Kuralsız bir yaşam vardı sonuçta. Sonra hiçbir şey yokmuş gibi sarılıp barışırlardı. Acı tatlı, ne çok anlara tanıklık etmişiz meğer. Herkes sanki hiç maaş almıyormuş gibi, bankaların vereceği promosyon’un peşindeydi (çoğu poromosyon diyordu). Üç vardiya (7-24) sendika başkanı aranırdı, ne zaman bu para verilecek diye. Bu arada sendika başkanına ulaşılmadığı durumlarda servis şoförleri aranırdı. Tüm vardiyadaki servis şoförleri bu paradan pay almadığı halde, promosyon konusuna hakim olmak zorundaydı zira işine mal olabilirdi. İşçiler daha servise binip merhaba demeden şoför hemen konuya girmeliydi vakit kaybetmeden. Sendika başkanı da aynı şekilde bu duruma odaklanmış, toplu iş sözleşmesi görüşmelerini bırakıp, gecesini gündüzüne katarak Adana’daki bankaların peşine düşmüştü. Çünkü işçiler daha promosyon almadan, parayı harcayacakları yer belli olduğundan aylar öncesinden Eş-dosttan dolar ve altın borcu yapmışlardı. Dolar ve altın alıp başını gidince bizimkiler de adeta bir borsacı gibi altın ve doları takip etmekten akılları başından gitmişti. O yüzden bekledikleri bu para çok hayati önem taşımaktaydı ve milli bir mesele haline gelmişti. Ne çok sevinir hanelerinde bayram havası eserdi işçiler bekledikleri bu parayı alınca. Yaşamın çemberine takılmadan ne çok heyecanlı anlar yaşamışız hep birlikte. İşyerinde, serviste, sendikada ömre bedel unutulmaz kıymetli dakikalarmış. Şimdilerde işe ve okula gidiş gelişlerin olmadığı dışarıya çıkmanın sadece fırın ve marketle sınırlandığı ve tüm ezberlerin bozulduğu bir yaşam karşımızdaki…

İşte yaşam her birimizi uzayın boşluğunda onlarca ışık yılı mesafelere fırlattı. Aramıza ne dağlar ne denizler girdi, hiç adını duymadığımız galaksiler girdi sanki. Sınırları çizilemeyen bu düzlemde koca bir yalnızlık bıraktı bize. Meğer öyle çok çalmışız ki yaşamdan, bir zamanlar kazanla dağıttığını kepçeyle birer birer aldı elimizden. Hep birden yanan sokak lambaları gibi dayandı cümle âlemin kapısına. Ay ışığından mahrum, Portakal çiçeği kokusuna hasret bıraktı. Gökyüzünün bahçesinden koparıp aldı hayallerimizi tek tek… Tuzla buz oldu tüm bildiklerimiz. “Ve yaşam dur biraz” derken bize, kendisi azgın bir nehir gibi önüne katıp götürdü ne varsa elimizde. Pusuya yatmış korkuların kollarına bıraktı bizi bir başına. Ağır kaya parçalarıyla tıkadı mutluluğa giden tüm yollarımızı. Çok bedel ödetti çok…

Ve yaşam dedi ki, sadece sen yaşamıyorsun bu evrende. Biraz iktisat yapmak zorundayım. Bu kıt kaynakları böyle hor kullanmana izin veremem. Ve sen bunu ancak bu şekilde anlayabilirsin. Nefesin bile sana sayılı verilmişken içindeki bu savurganlık canavarının beslenmesine izin veremem. İşte senin saltanatın, buraya kadar… “Ve Yaşam Dur Biraz Dedi” kendi bağırtından duyamadığın kuş seslerini dinle biraz. Kulak ver rüzgârın sesine. Bak lacivert gökyüzüne… Mavi denizlere… İşte hepsi gerçek sahiplerinin elinde.

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°