YAŞAMIN IÇINDEN “BIR” PARÇA…

YAŞAMIN IÇINDEN “BIR” PARÇA…

Kimilerine su içmek kadar, denizin kıyısında dalgaları izlemek kadar, gökte süzülen kuşa bakmak kadar kolay; söz söylemek, olanları görmezden gelmek, birilerini yaşam kanallarını durdurmak, yaşanan sıkıntıların üzerini kapatmak, alkışlayacak üç kişi gördü mü yapılanları yadsımak…
Ne düzel değil mi?
Yıllardır hem kanayan yaralara merhem olma, hem salonları dolduran takım elbiseli kalabalığın gözlerinin içine baka baka algı yöntemine yandaş bul, hem de yaraların kapanmamasını kazanca dönüştürmeye çalış!
Nereye dek sürecek, ya da nereye dek sürebilir ki bu?
Koltuk uğruna, üç/ beş şatafatlı yaşam adına, ayağını yerden kesen dört teker gösterişin asfalttan yoluna, yüksek yapıların betondan duvarına…
Değiyor mu gerçekten? Yadsıyacağınız ne varsa gelişmesine, karşı duracağınız ne varsa oluşmasına, engel olacağınız ne varsa önünden kaçmanıza değiyor mu?
O koltuklara oturanlardan bazılarının sonu geldi, bazıları yarıladı, bazıları da yeni başladı…
Hiç, yaşanmışlıklardan alınan dersler olmadı mı; yazık?
***
O denileni yapmıyorum/ yapamıyorum işte!
Sevmişsem kanatlanıyorum yanında, gönlümü vermişsem hiçbir engel tanımıyorum, ama “adamı” olmuyorum hiç/ hiç kimsenin…
Bir tanıdığım “şimdi tüm işler böyle yürüyor, onun adamı olma/ bunun adamı olma, olacak işin de engelleniyor” dedi!
Gülmeyi yeğledim desem!
Olduğu yeri biliyorum, oturduğu yeri biliyorum, yaşamını biliyorum, kürsüye çıkınca söyleyeceklerini biliyorum, nasıl orada olduğunu biliyorum, yanaklarında oluşan pembeciklerin bile ne zaman ortaya çıkacağını biliyorum!
“Başkasının olsun, ben istemem” dedim!
Sokağa çıkıyormuşsun, bir devlet dairesinde iş yaptıracaksın, yine bir yönetimin kapısını çalacaksın…
“Seninleyim” demedikçe yürümeyen “işler” varmış, ya da oluyormuş!
Yaşananlardan “ders” almayanlar için söylemiştim, yinelemem gerek; yazık!
***
Sosyal yaşamın gereği, elbette insanların birbirinden istekleri/ beklentileri olacaktır; böyle olmasını istemeyen tek kişilik bir adaya gitmeli!
Orada bile, bir başına; adadan isteyecek bir şeyler, güneşten isteyecek, belki de denizden gelen bir yunustan isteyecek, kim bilir?
Bir yer, kütlesiyle/ hacmiyle zapt edilmişse, bilen swinger escort istanbul de gelecek/ bilmeyen de; sorunları dinleyecek, çözülmesi yönünde atacağı adımları söyleyecek, yol gösterecek, yaşama tutunmasını sağlayacak!
Yoksa bunca koltuğun, yoksa bunca koltuk bürokrasisinin, yoksa bunca bunların zapt ettiği alanların olması/ korunması/ sürekliliği neden olsun, neden yurttaş onları “bilen/ anlayan/ yapan/ onaran/ uygulayan/ çözen” bilsin ki?
Gider dağlara, gider ormanlara, gider kuşlara anlatır çığlık atar; hem içini boşaltır, hem de her tür sonuca hazırlıklı olur!
Ama karşısındaki aynı dili konuşan, aynı ülkenin yazgılarını üleşen, aynı gökyüzünün kokularını alan, yanı yağmurun taşkınlarını izleyen, aynı kentin sokaklarında olmasa bile bir beton yapının koridorunda karşılaştığı iki ayak üzerinde yürüyebilen yüz…
Yaşamın “en” uyumlu olunacak yerinde “anlaşmazlıklar” yaşıyorlarsa eğer; yine yazık!
***
Kaç yaşamın içindeyiz ki, ya da kaç yıllık yaşamı var ki insanın?
Bildiklerimizin, tanıdıklarımızın, büyüklerimizin birçoğu yok bugün!
Geride bırakılan ne yat, ne kat, ne betondan yapılar, ne de kabarık banka hesapları…
Hem kime ne ki?
İçinde takla atacağı büyüklükte aracı, bilmem kaç futbol alanı büyüklüğünde şatosu, bilmem kaç koruması, tanımlanamayan mal varlığı, şatafatlı yaşamı…
Kime ne ki?
Geçen gün anlattığım “öyküyü” anımsadım…
Oturmuşluğunuz, söyleşmişliğiniz, birbirinize gülmüşlüğünüz; ne bileyim kızmışlığınız bile olsa olsa var mı?
Neyin, kimin sözü edilmek/ ettirilmek zorundaki öyleyse…
Çok yakınınızda olduğunu sandığınız, “önce can/ canan” söylemini yinelerken bile içten yaptığı pazarlığı gözden kaçmayan kaç kişi sayamazsınız ki?
Ben de çok bildik var; öyle çok ki, yanlarında olduğum anları yitik zaman olarak tanımlıyorum artık!
Yoklukları/ varlıkları/ “büyük söylemeyeyim ama” acıları bile beni öyle çok etkilemeyecek; çünkü öyle yaşadık, öyle paylaştık, öyle…
Benden uzak yerde “gözleri” doysun; ne diyebilirim ki başka, hem “kullandığın değerin sahibisin” sözünü gün geçtikçe daha çok seviyorum…
***
Sistem, “gözleri doymayan/ doyumsuzların” varlıklarını ballandıran yöntemiyle öyle bir koruma kalkanı oluşturmuş ki;
Yaşananla, söylediklerinin uyumsuzluğu bile sisteme yarar sağlıyor!
Sistemde, “herkesin mutlu olması/ herkesin doyması/ herkesin yaşaması” diye bir şey yok; parmakla sayılan çokluğun erinci, büyük çoğunluğun zorluğu yaşamasıyla besleniyor!
Kurgu bu…
Zora düştüğünde, haksızlığa uğradığında, yaşamının kanayan yarası büyüdüğünde başkaldıran “kim varsa” sistemin hem düşmanı, hem istemezi, hem işe yaramazı sayılır ya hep…
İşini bilmezliği, biraz alttan almazlığa, düğme iliklemezliği, laf dinlemezliği gibi şeyler…
Birilerine hep “dert” olmayı sürdürecek!

Oktay EROL

5.10.2021 13:57:00

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.


VALİ KÖŞGER’DEN GÜVENLİ VE DÜZENLİ TRAFİK VURGUSU

NAZIM ALPMAN YAZDI/ DEVLET 1 MAYIS’A SAYGI GÖSTERSİN!

KUŞ GRİBİ YUMURTA FİYATLARINI ARTIRDI

KARNAVAL KOMİTESİNDEN MEKTUP VAR

ZEYDAN KARALAR’DAN MHP İL BAŞKANINA “SİNEK” CEVABI

YERLİ SUSAM İÇİN  YERLİ ÜRETİM HAMLESİ

ÇUKUROVA BELEDİYESİ TENİS TURNUVASI BAŞLADI

FATİH GÜLER GÜVEN TAZELEDİ

18 İLDEN 400 SATRANÇ SPORCUSU ADANA’DA YARIŞTI

CHP’Lİ BULUT: TASARRUFU SARAYDAN BAŞLATIN

SEYHAN NEHRİNDE GONDOLLA GEZDİLER

"YALANA VE ŞANTAJA ASLA BOYUN EĞMEYECEĞİZ"

CHP GERÇEĞİ YAYINLADI

ADANA’DA 23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI KUTLAMASI

GÜNÜ FOTOĞRAFI:

RESMİ AÇILIŞISI HİSARCIKLIOĞLU YAPTI

CHP’DEN 23 NİSAN KUTLAMASI