YILANIN UÇMASINI BEKLERKEN...
Manşet Haber 25.06.2020 19:57:00 0

YILANIN UÇMASINI BEKLERKEN...

YILANIN UÇMASINI BEKLERKEN...


(Bu bir tren yolu öyküsüdür)





Şehri ortadan ikiye bölen yolun kenarındaki kaldırıma eski model arabasını park eden kırklı yaşlardaki adam, elinde mikrofon, aracın çevresinde daire oluşturanlara hararetli hararetli bir şeyler anlatıyordu. Sesi ta karşı kaldırımdan duyuluyordu.





Lise üçteydim. Hafta sonu olduğundan okul tatildi. Evden çıkmış, yürüyerek sahile gidiyordum. Deniz kenarında bir iki tur atacağım, rastlarsam arkadaşlarla muhabbet edecektim. Hava açıktı ama güneş ısıtmıyordu. Üzerimde kışlık kıyafetler vardı. Yavaş yavaş bahar geliyordu.





Merak ettim. Yolun karşısına geçince kalabalığa yaklaştım. Kalabalığın oluşturduğu halkanın orta yerinde duran arabanın tavanında cam bir kavanoz vardı. Devamlı konuşan adamın arada bir işaret parmağıyla gösterdiği kavanoza dikkatlice baktım. Açık kahverengi bir suyla doluydu ve içinde büyükçe bir yılan vardı. Hareket etmiyordu. Ancak ölü mü, sağ mı olduğu da ilk bakışta belli olmuyordu.





Adamın söylediklerine kulak kabarttım;









“Sevgili İskenderunlular. Şu biçare kulunuz ta İstanbul’dan kalkıp, sizler için buralara kadar gelmiş durumda. Hiçbir menfaatim yok, hiçbir beklentim yok. Sadece sizlerin iyiliği için o kadar yolu teptim de geldim.





Şimdi beni iyi dinleyin, değerli dostlar. Burada bir iki dakika durmayla, bendenizin iki çift lafını dinlemeyle bir şey kaybetmezsiniz. Ama çok şey kazanabilirsiniz.





Hayal dünyanız gelişecek, görmediğiniz, duymadığınız şeyleri duyacaksınız. Belki bir daha hayat boyu benimle karşılaşmayacaksınız. Ama şuan, burada göreceğiniz şeyi ömrünüz boyunca bir daha göremeyeceksiniz. Bu mümkün değil.





Acaba adam ne gösterecek diye kalabalığın arasına biraz daha girdim. Arabaya yaklaştım. Şimdi kavanozun içindeki kıvrılmış yatan yılanı daha iyi görebiliyordum. Gerçek bir yılandı. Ama su dolu bir kavanozda nasıl sağ durabiliyordu, onu anlayamamıştım. Belki de ölüydü.





Onu da adam açıkladı;









“Şu görmüş olduğunuz yılan var ya, o öyle böyle bir mahlukat değil. Sizin bildiklerinizden ise hiç değil. Şuan öyle miskin miskin uyuduğuna bakmayın. Biraz sonra şu kavanozun kapağını açacağım ve içindeki uyuyor gibi görünen yılanı çıkartacağım.”





Adam yılanı çıkartacağını söyleyince, arabanın dibine varana kadar yaklaşan kalabalık biraz geriye doğru dalgalandı. Ben de bir adım uzaklaştım.





Adamın etrafı biraz açılınca, önünde küçük bir masa, masanın üzerinde de karton bir kutu olduğunu fark ettim.





Sağımda, solumda duranlardan kendi kendilerine mırıldananlar, arkadaşıyla konuşanlar vardı;





“Yılan ölü galiba.”





“Öyle duruyor. Baksana suyun içinde.”





“Su yılanı olmasın, bu.”





“Olabilir.”





Adam, homurtuları kesmek için elinin birini havaya kaldırdı, başının üzerinde bir daire çizip,





“Az daha sabredin arkadaşlar. Bir dakika dinleyin, ondan sonra göreceklerinizi aklınız almayacak!”





Merakım gittikçe artıyordu. Sahile falan gitmeyi unutmuştum.





Adamın dibine kadar yaklaştım. Bu arada arabanın etrafındaki kalabalık da artıkça artıyordu.





Adam konuşmasını sürdürüyordu;





“İstanbul’dan siz mutlu olasınız diye geldim. Boş yere masrafa girmeyin diye geldim. Aile bütçenize katkı sunmak için geldim.”





Yanımda duran biri, kendi kendine konuştu:





“Para mı dağıtacak yoksa?”





Onu duyan başka biri;





“Evet” dedi, gülerek, “Kutunun içi banknot doluymuş.”





Kimileri gırgır geçiyor, kimileri de merakla adamın söylediklerini kaçırmamaya çalışıyordu.





Adam;





“Bu yılan az sonra dışarı çıkıp, uçup gidecek. Havada bir iki tur attıktan sonra, kendiliğinden gelip, kavanozun içine girecek.”





Allah, Allah! Kavanozun içindeki yılana biraz daha dikkatli baktım. Boz renkli bir yılandı. Ama öyle uçacak gibi durmuyordu. Ama adam öyle diyordu.





Beklemeye devam ettim.





Adam devamlı konuşuyordu.





“Şu gördüğünüz gökyüzünde neler var bir bilseniz. Uzayın derinliklerinde, galakside olanları bir düşünün. Hepimiz oradan geldik. Siz sanıyor musunuz ki biz şuan buradayız. Hayırrr! Hiçbirimiz burada değiliz. Bizler uzayın bir parçasıyız. Galaksinin temel taşlarıyız. Atomlardan meydana gelmişiz. İşte şu kavanozun içinde görmüş olduğunuz bu yılan, az sonra gelmiş olduğu yere dönecek. Hiç kimse onu burada daha fazla tutamaz. Ben bile. Az daha sabredin sevgili hemşerilerim. Bu dediklerim aynen olacak.”
Adam konuştukça etrafındaki on kişi, yirmi kişiye, yirmi kişi, elli kişiye çıktı. Konuşurken kalabalığı da kesiyor, arada bir de bir eliyle havada daire çizip, uzaktan geçenlere ”gelin dostlar, gelin sevgili arkadaşlar. Bu kardeşiniz sizin için ta İstanbul’dan gelmiş, onu dinlemekten kendinizi mahrum bırakmayın” diye sesleniyordu.





Geldiğimden beri en az on defa “biraz sonra şu görmüş olduğunuz yılanı uçuracağım” dediği halde, yılan bir türlü kavanozdan çıkıp ta uçuşa geçmiyordu.





Bu arada sabırsızlanan, kalabalıktan sıyrılıp, gidiyor, onun yerini bir başkası alıyordu.





Yarım saat kadar o şekilde geçti. Kalabalık oldukça artmıştı. Biz yılanın uçmasını beklerken, adam elindeki mikrofonu arabanın tavanına, kavanozun hemen yanına bıraktı. Sonra önündeki masanın üzerinde duran karton kutuyu açıp, içindeki küçük naylon poşetlerde bulunan tarağa benzer şeylerden birini eline aldı.





Artık çıplak sesle bağırıyordu.





“Evet sevgili hemşerilerim. Bu kardeşiniz ta İstanbul’dan sizlerin aile bütçenize katkıda bulunmak için geldi. Elimde görmüş olduğunuz bu tarak, sizin bildiğiniz taraklardan değil. Neler yaptığını bir görün, maharetlerine şaşacaksınız.”





Adam dikdörtgen şeklindeki tarağa benzer şeyi naylon poşetinden çıkardı. Çevresini kuşatan kalabalığın en arkasındakilerin de görebileceği şekilde havaya kaldırdı.





“Bu gördüğünüz galaksi harikası alet, öyle bildiğiniz aletlerden değil. Kavanozun içindeki yılan az sonra dışarıya çıkıp, uçacak. Belki de sonsuzluğa gidecek. Ve sizler bu doğa harikası olaya bizzat tanık olacaksınız. Ancak lütfen önce beni dinleyin. Şu gördüğünüz aletin içinde bir jilet var. Bu jilet yan taraftaki mekanizma ile aşağı yukarı kaydırılarak, ayarlanabiliyor. İşte bu şekilde aile bütçenize katkıda bulunuyoruz. Bu kardeşiniz uzayın derinliklerinden değil, sizin için İstanbul’dan geldi. Şimdi size getirmiş olduğum bu son teknoloji icadı uygulamalı olarak göstereceğim. Var mı içinizde bu cesareti gösterecek olan? Hayır, yılanı tutmayacak? Onu kavanozdan ben çıkaracağım. Sadece bu galaksinin son icadının ne işe yaradığını göstereceğim.”





Adamın davetine, etrafındakiler biraz kuşku, biraz da korkuyla olumlu yaklaşmazken, yan taraftan biri öne çıkıp.





“Bende deneyebilirsin” dedi.





Adam, “gel korkusuz abim, gel. Sende atalarının ruhu var. Sen ki öne çıkmakla, kendini feda etmek değil, kahramanlar listesine adını yazdırmış bulunuyorsun” dedi.





Saçı, sakalı uzamış, hırpani tipli kahraman, şişinerek adamın önüne geldi. Adam, poşetinden çıkardığı jiletli tarağı ayarladı. Arabanın içinden aldığı bir fısfısla, önündekinin saçlarını güzelce ıslattı. Sonra maharetli bir şekilde sağından solundan saçları kısaltmaya başladı. Enseyi alıp, favorileri de düzelttikten sonra,





“İşte sevgili arkadaşlar. Bir iki dakikada kuaförden çıkmış gibi oldu. Bu görmüş olduğunuz alet yalnızca bir lira. İster kendi kendinizi tıraş edin, isterseniz çocuğunuza ya da yengeye kestirin. Çoluk çocuk, herkesin işine yarar. Berbere, kuaföre boş yere para vermeyin.”





Kalabalıktakiler, adamın elindeki tarağa hayran hayran bakıyordu. Adamın tıraş ettiği kahraman üç tane satın alınca, taraklar kalabalık tarafından adeta kapışıldı ve birer ikişer alınıp, bir çırpıda tüketildi.
Kutu boşalınca adam bagajdan bir kutu daha çıkardı. Ben ancak ikinci kutudakilerden bir tane satınalabildim.





Her kutu da en az elli tane vardı. Bir kutu tarak hemen tükenmişti. Ama adam yarım saatten beri iyi dil dökmüştü, o kalabalığı toplayabilmek için. İnsanlar arabanın tavanında duran yılan kavanozunu unutmuştu. Tarağı alan gitti. Biri giderken,





“Yılan n’oldu. Ne zaman uçacak?” diye sordu.





Adam, “Az sabret abim. Bu bildiğin yılanlardan değil. Şimdi uyuyor. Zamanı gelince kavanozdan çıkıp, uçacak” dedi.





Ben anladım ki yılanın uçacağı falan yok. Ama bir liraya tıraş olmak da bayağı avantajlıydı. Modellik yapan kişiyi de gayet güzel tıraş etmişti. Hatta “sakalını da alırım ama onu da sen yap artık” demişti.
Jiletli tarağı cebime koydum. Zaman bir hayli geçmişti. Sahile gitmekten vazgeçtim. Şehir merkezinde bir iki turlayıp, eve döndüm. Aslında tarağı merak ediyordum.





Evde kimse yoktu. Gömleğimi çıkardım. Atletle lavabodaki aynanın karşısına geçtim. Tarağı poşetinden çıkardım. Yan tarafındaki mekanizmasından ayarını yaptım. Saçlarımı güzelce ıslattıktan sonra tarağın jiletli kısmını tepeme yerleştirip, alnıma doğru kaydırdım. Saçlarım oldukça uzamıştı. Yarın olmazsa bile ertesi gün berbere gitmem gerekiyordu. Okulda hocalarımın “kestir” diye uyarmasını istemiyordum.





Tarağı ıslak başımdan alnıma doğru kaydırınca, lavaboya bir yumak saç düştü. Ama öyle böyle değil. Kocaman bir yumaktı bu. Sanırım ben tarağın ayarını yapamamıştım. Ve başımın orta yerinde beş santim genişliğinde tren yolu dediğimiz bir boşluk oluşmuştu.





Tarağı lavabonun kenarına bıraktım. Saçlarımı elimle geriye doğru taradım, boşluk daha da belirginleşti. Moralim bozulmuştu. Tarağı tekrar elime alıp, ayarını değiştirdim. Saçları tren yolunun sağından, solundan azar azar alıp, dengelemek istedim ama daha da bozuldu. Düzelecek gibi değildi.





İçimden “senin de, yılanının da, tarağının da” deyip, mahallenin berberinin yolunu tuttum.





Berber arkadaşımdı. Beni görünce gülümsedi. “Hayrola, kış ortasında kendi kendini tıraş mı ettin?” dedi.





Montumun cebinden çıkardığım jiletli tarağı gösterdim. “Ayarını yapamadım galiba” dedim.





“Ooo, sen ilk değilsin ki” dedi. “Dünden beri kaç kişiyi üç numaraya vurdum. Sana da öyle yapacağız artık, başka çaresi yok. Çok kısa kesmişsin.”





Ertesi gün hava buz gibiydi. Sabah bere takarak okula gittim. Yüzümden düşen bin parçaydı. Bahçede sıralandığımız sırada bere olduğu için kimse fark etmedi. Ancak sınıfa girince bereyi çıkardım. O şekilde duramazdım.





Arkadaşlardan biri, “hayrola askere mi gidiyorsun” dedi.





“Çok uzamıştı kestirdim” diye cevap verdim. Moralimin bozuk olduğunu gören ötekiler bir şey demedi ama içlerinden kıs kıs güldükleri belliydi.





Yılan uçtu mu, uçmadı mı bilmiyorum ama kış ortasında haftalarca asker kaçağı gibi gezdim. Utandığımdan sınıftan çıkamıyordum.





Not: Fotoğraflar tren yolundan kısa süre önce çekilmiştir)



YAZARLAR

35.8° / 20.3°