YURTTAŞA
Manşet Haber 11.11.2020 17:36:06 0

YURTTAŞA 'VERİLEN SÖZ' BU MUYDU?

YURTTAŞA 'VERİLEN SÖZ' BU MUYDU?


Onsekiz yıldır mantar gibi çoğaltılan üniversitelerde verilen eğitim, sonrasında milyonlarca orta yerde bırakılan mezun, sokakları dolduran “umutları” ellerinden çalınan gençlik, çiftçinin/ hayvan üreticisinin dışalım girdileri nedeniyle geldikleri tıkanma noktası, ülkenin ayakta durmasının “en büyük” etmenlerinden küçük esnafın yaşadığı daralma, tüm bunlara karşın “yaşananla” alay edercesine yoksulluğu bölümlere ayırma/ kuru yaşananın dışına at/ açlığı yadsı, üstelik “benim sorunum doları düşürmek değil, istesem hemen düşürürüm” de…

Başınız dönmüyor mu, yaşamın hangi “kıyısında” yer aldığınızı sorgulamıyor musunuz, bize neler anlatıyorsunuz, “yokluğunuz bir dert, varlığınız iki” demiyor musunuz?

***

Birine “hakaret” etmek, ya da “kişiliğini” zora sürükleyecek sözler söylemek köşemin dışında! İnanın anlamaya, “nedenini” bilmeye çalışıyorum…

Bu ülkenin yurttaşına “sözü” verilen yaşam biçimi bu mu? İnsanları iki kutba ayırarak, bir katmanı varlığa boğarak, diğerini işsizlikle/ erinçsizlikle sınayarak, yaşananı yok saydırarak, verilen “sözler” unutularak, üreteni dışalımlarla boğarak, çalışanı yokluğa sürükleyerek, beyinleri boşlaştırarak, bilimi dışlaştırarak, çağdaş yaşamdan kaçarak…

Bunlar mıydı verilen sözler?

Üretimden işsizliğe, eğitimden bilime haykıracak “yerlerimiz” olacaktı, hani?

“İktidar” herkesi kucaklayacaktı, “azınlığın” da yarınını güven altına alacaktı, yurttaş mutlu olacaktı, hani?

Dört-bir yanımız acı dolu, askıda sorun dolu, doyumsuzluk dolu…

Tüm bunlardan “mutluluk” duyan “iktidar”…

***

Bu ülkede gelişen bir olayı “bir gün” boyunca gündemine alamayan, konuşamayan, değerlendiremeyen, düşüncelerini söyleyemeyen akademisyenler (!), medyatörler (!), sözcüler (!) ne oldu size/ ne oluyor size?

Yaşadıklarınızı, duyduklarınızı, gördükleriniz dillendirmek bu denli zor, bu denli konuşacak yerleriniz “kirada” mı bilmiyorum!

Salt ülke içerisinde değil, dünyanın birçok medyasının yer verdiği/ yorumlar yaptığı/ ekonominin ters-yüz olasılığının bulunduğu bir olguda “bir yerden ses” beklemek nasıl bir “kafa” yapısıdır ki?

Tüm bunlar “alkış” alacak konular gibi, “her şey anlaşılmasına”/ yeni isim açıklanmasına karşın “fazla bir şey konuşmayalım, yorumdan kaçınalım” diyenleri duydukça…

Böyle bir “yaşam biçimini” benimsemenin bedeli olmalı, diye zor değil!

***

Görevinden istifa eden Bakan Berat Albayrak, “başarılı mıydı” diye düşünürsek, bence değildi!

Ekonominin başına geçtiği Temmuz 2018’de dolar 4.53, avro 5.33, sterlin 6.03 lira.

Ekonominin başından çekildiği gün 8 Kasım günü dolar8.52, avro 10.12, sterlin 11.22 lira…

İki yılı aşkın sürede döviz “yaklaşık” iki kat değer kazanırken, ulusal paramız o denli “alım gücünü” yitirmişti.

Bakan Albayrak’ın akıllarda kalacak sözlerinden bir kaçı:

“Dolar 10 lira olacak, 15 lira olacak ya, toplayalım dolarları… Dolar düştü 5 liraya, şimdi bunlar kara kara düşünüyor”

“Dolarla mı maaş alıyorsunuz? Dolar borcunuz mu var? Dolarla bir işiniz var mı?”

“Döviz kuru benim için hiç önemli değil. Hiç işin o tarafına bakmıyorum. Sanayi sağlam, üretim tarafı sağlam.”

TÜİK’in açıklanadığı sanayi üretimi verilerini sosyal medya hesabından paylaşırken “OECD’de 1, dünyada 2’nciyiz!” sözlerine yer verdi.

Üretimi öne çıkarmak yerine “patronu” desteklemeyi, ulusal varsıllıklar üzerinde katma değer oluşturmak yerine dışalım yolunu seçmeyi, gerçek verileri açıklamak/ yurttaşın içinde bulunduğu yaşam koşullarını görmek yerine “sanal” veriler oluşturmayı ereklemek, yapılan yanlışların değerlendirilmesi/ konuşulması/ sorgulanması/ yorumlaması gerekirken “tümünün” birden görmezden gelinerek “dış odaklar” üzerine yoğunlaşılması…

Biri çıkıp yurttaşın durumu ortadayken, “dış odaklarla” işiniz ne sizin, demedi nedense!

***

“Gerekçe” aranırsa; çok!

Covid 19 süreci konuşuldu akşam sıkı yandaşlarca! Dünyanın “neresini” etkisi altına almadı ki, diye de soran oldu! İki yıl dört ay süren bakanlık sürecinde çalıştı, çabaladı, başarılıydı, dediler. Bir de “yoruldu, dinlenmek istiyor, ailesine zaman ayırmak istiyor” dediler!

Buralar “benim” konum değil! Yorgunluğu, zaman ayıracakları…

Bakanlık sürecinde “bu ülkeye/ insanına” ne kattı, onu düşünüyorum!

Ulusal gelir mi arttı, işsizlik mi azaldı, toplumun yaşadığı mutsuzluk mu azaldı, alım gücü mü arttı, “ekonomi” yurttaşım sorunu olmaktan mı çıktı, emekli/ dar gelirli pazara giderken düşünceli mi, aylığı ay sonuna dek yetiyor mu…

Aralıklarla “her açıklanan” programın, bir öncekini “yok saydığı” sürece tanık olurken, bir yandan da piyasada oluşturduğu “olumsuz” etkiler bugün unutulmuş ya da “unutturulmaya” çabalanıyor gibi; bunu yapmayın işte, sokağın/ yurttaşın durumunu görün!

Döviz iki katına çıktı; bunlara bakıyorum!

Çünkü “iktidarın” verdiği söz bu!

YAZARLAR

İfral TURGUT

BAHARI BEKLERKEN Hüseyin Öğretmen Artvin’e atanmıştı. Kendisini sevdirdi yeni tanıdıklara. Derin dostluklar kurdu. Ev sahibi ile de dost olmuştu. Hüseyin’i evladı gibi seven ev sahibi artık evlilik zamanının geldiğini söyleyerek onu Melahat ile tanıştırdı. İki genç birbirlerini beğendi ve evlenmeye karar verdiler. Hüseyin bu durumu ailesine bildirdi ama ailesi bu durumdan hiç memnun olmadı. Şiddetle karşı çıktılar. Çünkü kendilerinin de bir gelin adayı vardı. Tüm engelleme çabalarına rağmen Hüseyin Melahat ile evlendi. Uzun yıllar evli kaldılar ve iki çocukları oldu. Yaşananlar çeşitli problemler doğuruyor, problemler, beraberinde sağlık sorunlarını getiriyordu. Yıl, 1984. Bir gün kapı çalındı. Gelen kendisinden 12 yaş küçük, ama gençlik yıllarında birlikte futbol oynadıkları Sami Demirtuna idi. Sami yıllardır Almanya’da çalışıyordu. Orada meslek okuluna gitmiş, terapist olmuştu. Sami, “Nasılsın ağabey,” diye sorunca. Hüseyin, ona uzun uzun baktı… Bakışlarında hayata karşı duyduğu küskünlüğü, kırgınlığı ve tükenmişliği vardı. Cılız bir sesle, “Yorgunum dostum, yorgunum. Vefasız yıllara, vefasız yakınlarıma dargınım ,” dedi. Sami, Hüseyin’in elini tuttu, “Merak etme iyileşeceksin, yine tüm dostlar bir araya geleceğiz,” dedi. Sonra kalktı, kapıda veda ederken, Melahat Hanım, hastalığın adını söyledi: Kanser. Soğuk bir geceydi. Sami o gün yaşadıklarından çok etkilenmişti. Bir kağıt kalem aldı eline ve içini döktü kağıda. Şiir bittikten birkaç gün sonra, tekrar gitti arkadaşının yanına ve şiiri okudu. Hüseyin mutlu olmuştu. Sevindi, teşekkür etti. Daha sonra Sami şiiri, Selçuk Tekay’a verdi. Şiir aylar sonra şarkıya dönüştü. Sami bu sefer şarkıyı telefonda Hüseyin’e dinletmek istedi. Heyecanla çevirdi numaraları. Telefondaki ses buz gibiydi: “Hüseyin Beyi kaybettik.” Baharı beklerken ömrüm kış oldu Gözümde her zaman biraz yaş oldu En güzel duygular bana düş oldu Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık Tutmadı ellerim sıcak elleri Duymadım aşk denen tatlı sözleri Taşıdım gönlümde acı izleri Yorgunum dostlarım yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık İçimde ateşler söndü kül oldu Aşk bahçem kurudu sanki çöl oldu Yar bildim o bile bana el oldu Yorgunum dostlarım, yorgunum artık Vefasız yıllara dargınım artık. HÜSEYİN’E KENDİNİ ANLATAN ŞARKIYI DİNLEMEK KISMET OLMADI. • AMA SİZ O ŞARKIYI SÖYLERKEN VEYA DİNLERKEN HÜSEYİNİ ANARSINIZ HERHALDE.

30.8° / 18.5°