"Toplumu kurtaracak olan, suçlu aramak değil; sorumluluk almaktır."
Bakınız,
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaban adlı romanında sert bir yüzleşme çağrısı yapıyor:
"Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin.
Bir kafası vardı, aydınlatamadın.
Bir vücudu vardı, besleyemedin.
Üzerinde yaşadığı bir toprak vardı, işleyemedin.
Onu hayvanî duyguların, esaretin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.
O katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti.
Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin.
Ne ektin ki ne biçeceksin?"
Gerçekten, aydınlara yöneltilmiş bir itham değil midir,tıpkı Tanzimat aydınlarının "halka rağmen halk için" çalıştıklarını sanması gibi...
Bugün de "ekmeden biçmek" isteyenlerin trajedisini yüzlerine vurmuyor mu?
Nazım Hikmet, "Memleketimden İnsan Manzaraları"nda bu yabancılaşmayı şöyle resmediyor:
"Aydınlarımız, halkın yanında değil karşısındaydı; halkı kurtarmak için değil, halktan kurtulmak için çırpınıyorlardı."
Yıllar sonra Prof. Dr. Cihan Dura da,
"Geri kalmış bir ülkede kalkınmanın ilk koşulu, aydınların halka gitmesi, halkla buluşması, ona el uzatması, kucak açması, onun anlayıp benimseyeceği şekilde kültür, bilim, teknik ve yenilik götürmesidir." eklemesinde bulunuyor,(1).
Bu kopukluğu en yalın biçimde ifade eden ise,
"Başarı için, ülkeyi kurtarmak için aydınla halkın zihniyeti arasındaki ayrılığı durdurmak gerekir. Bu ikisi arasında doğal bir uyum olmalıdır. Bunun için de halk biraz yürümesini hızlandırmalı, biraz da aydınlar çok hızlı gitmemelidir. Görev, önce aydınlara düşer."diyen Mustafa Kemal Atatürk.
Peki, ülke gerçekleri ve aydınların hâli nedir?
Cumhuriyetin ilk yıllarında açılan Halkevleri, köylerde okuma yazma öğretmek, tiyatro sahneleri kurmak, halkla aydını aynı sofrada buluşturmak için kurulmuştu. Atatürk'ün hayal ettiği aydın tipi; teoriden değil, halkın içinden beslenen, halkla birlikte yürüyen bir insandı. Oysa bugün Halkevleri'nin yerinde AVM'ler yükseliyor, Köy Enstitüleri'nin ruhu çoktan yok olmuş durumda. Jean-Paul Sartre'ın "Bulantı"sındaki Roquentin gibi, Türk aydını da bir "lüzumsuz adam" olma tehlikesiyle karşı karşıya. Sosyal medyada "aydın" geçinenlerin çoğu, halkın gerçeğini görmek yerine sanal dünyada birbirine akıl veriyor.
Diğer tarafta,TÜİK'in 2023 verilerine göre, üniversite mezunlarının %42'si işsiz. Peki bu gençler nerede?
Kültür ve sanat faaliyetleri mi?
Salonların dört duvarında sıkışıp kalmış değil mi?
Yakup Kadri'nin Yaban'da işaret ettiği kopukluk, Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf"undaki kaymakamın trajedisini de hatırlatıyor: Anadolu'nun çorak toprağına Batı'nın tohumlarını savurup, neden filizlenmediğine hayret etmek...
1980 sonrası aydınların susturulması da bu uçurumu derinleştirirken, üniversiteli gençlerimiz ya işsizlikle boğuşuyor ya da göç yollarına düşüyor.Oysa umut hâlâ var diyebilmeliyiz. Tıpkı, 1940'larda Tonguç Baba'nın köy çocuklarına "yaparak öğrenelim" dediği gibi...Aydın demek, Camus'nün "Başkaldıran İnsan"ında tarif ettiği gibi, halkın sessiz çığlığına kulak vermelidir ve öyle de olmalıdır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki,toplumlar, aynaya bakmayı unuttuğunda ilerleyemez. Aydın ile halk arasındaki kopukluk, kurak bir tarlaya yağmur duasına çıkıp da elinde kova bile taşımayan köylünün hikâyesine benziyor. Oysa Pir Sultan'ın dediği gibi "Gelin canlar bir olalım" demekle başlıyor her şey.
Belki de "O piti piti" oyununu bozmak, Hasret Gültekin'in "Bir yürek kaldıysa eğer burada, hâlâ umut var demektir..." dizesini hatırlamak zamanıdır ...
Zira, gerçek hasat ancak birlikte ekildiğinde biçilebilir.
Büyük Önder Atatürk'ün dediği gibi ,
"Milletin kaynağı, toplumsal dayanışmadır. Aydın ve halk bu bilinçle birleşmedikçe başarı gelmez."
O halde,
"O piti piti karamela sepeti, terazi lastik cimnastik…
Sıra kimde?
Bizde!”
Suat Umutlu
25 Temmuz 2025
__
(1) Cihan Dura'dan
https://www.facebook.com/share/p/1BxjZAwLTt/